News
Synopsis
Storyboard
Trailer
Director
Credits
Technical Info
Ödüller
Uluslararası Satış
Press
Photographs
Awards
Vizyon
Awards
BAL /BASINDAN

28/02/2010
Bu dünyaya var olmaya değil yar olmaya geldik
Tuğba Tekerek - Taraf

Semih Kaplanoğlu: 'Bu dünyaya var olmaya değil, yâr olmaya geldik'

Pek çok insan adını ilk kez geçtiğimiz hafta Berlin Film Festivali’nde aldığı ödülle duydu. Altın Ayı’nın geldiği Bal Yusuf 'un üç farklı dönemdeki hallerini anlattığı üçlemenin sonuncusuydu. Türkiye’de en fazla bilinen işiyse 52 bölüm yazıp yönettiği Şehnaz Tango dizisi oldu.

Yönetmen Semih Kaplanoğlu Berlin’de Altın Ayı’nın yanı sıra Kiliseler Birliği’nin Ekümenik Ödülü’nü de aldı. Biz de kendisiyle sinema ve sanat kadar maneviyat ve din konuştuk.

Altın Ayı nerede şu anda?

Evde... Orada kutusunda, yerde, bir yerlerde duruyor. Bunu başkaları da sordu bana.

E ödülle ilişkinizi göstermesi açısından önemli. Kutusundan çıkartmadınız demek?

Valla televizyoncular istedi, bir kere çıkardım. Ödülleri unutmak lazım...

Neden unutmak lazım?

Ödülü verdiler... Ben 'aldım’ da demiyorum. Sonuçta sportif bir yarışma değil bu. Bir jüri var, o jüri bu kadar film içinden onu seçiyor. Başka bir jüri başka bir filmi seçebilirdi. Ödül olabilir, normal... Ama bunu bir evvel unutup ne yapacağımıza bakmamız lazım. Ödüllerin şöyle bir yanı da var; verilen kişiyi zorluyor biraz. 'Şimdi bir yere çıktık, bundan sonra ne yapacağız’ gibi... Bence bunları hiç önemsememek lazım. Ödülleri bir yerlere saklayıp unutmak lazım.

Size Berlin’de Altın Ayı’nın yanı sıra Ekümenik Ödülü de verildi. Sizce nedir bu ödülün anlamı?

Ben filmlerimde maneviyatı çok önemsiyorum. Belki 80-90 sene önce kopmuş maneviyatla aramızdaki ilişki. Ben filmlerimde manevi bir alan, metafizik bir alan açmaya çalışıyorum. Gündelik hayatın ötesinde bir alana, tek boyutlu bir gerçeklikten ziyade, o gerçekliğin izdüşümlerine bakmaya çalışıyorum. Filmlerin bir vecd duygusu, bir şükran duygusu, içsel bir coşku, bir ruhaniyet duygusu yaratması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden bir kıvam elde etmeye çalışıyorum.

Filmlerimde Tanrının varlığını hissettirmeye çalışıyorum, diyorsunuz...

Evet, bunu söylüyorum. Ve bu çaba bir sözle, bir işaretle değil, ya da altı çizili birşey değil. Bu, bir hal. 'Hal sineması’ diyebiliriz buna. Bu hal, Kiliseler Birliği jürisi tarafından algılanmış ki onlar bu filmi böyle bir ödüle değer buldular.

Az önce 90 yıl önce maneviyatla ilişkimizin koptuğunu söylediniz... Cumhuriyetle birlikte nasıl bir kopuş yaşandı bu alanda?

Maneviyat gündelik hayattan dışarı atıldı. Sadece camilerin olması, onun gündelik hayatın içinde devam ediyor olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir yaşama biçimine, sanata dönüşmediği sürece bu, sadece görünen bir şey olarak kalır. Yaşanan bu kopuşla birlikte manevi derinlik azaldı. İnsanların kendi hayatlarıyla ilişkisi tek yönlü materyalist bir bakış açısıyla sınırlandı.

Siz sekülerlikle nihilizmi de yan yana kullanıyorsunuz...

Bunlar çok uzun uzun konuşulacak konular. Ben şimdi nasıl anlatayım aslında var olmaya değil yâr olmaya geldiğimizi...

Ucundan biraz anlatın...

Bu dünyada bir 'var olma’ meselesi var... İşte bununla ilgili psikoloji, felsefe, bir sürü şey... Bir de "yâr olmak" diye bir şey var. Sevgili olmak... Tanrı’yla sevgili olmak... İşte yâr olduğu zaman insan belki de tam bir varoluş yaşayabilir.

'Hayat bir eksik-oluş’ diye de bir şey var, Hilmi Yavuz’un söylediği şekliyle...

Bu da bir yanıyla doğru tabii. Bir yanıyla da tam olmamız lazım. Tam olmak için de sevgili olmak lazım. Ama işin ilginç yanı şu: Zaten tam olamıyorsunuz. Olmak için çaba göstermeniz ve hayat boyu bu çabayı devam ettirmeniz lazım.

Hiç hedefine ulaşmayacak bir çaba...

Karşılıksız bir aşk gibi...

Size göre tüm bu çaba, gurbetteki insanın sılaya dönme çabası aynı zamanda...

Eğer siz başka bir dünyaya ve başka bir varlığa inanıyorsanız ondan ayrı düşüyorsunuz bu dünyada. Ona kavuşma arzusuyla harekete ediyorsunuz. Ona kavuşmak ve ona kavuşurken güzel olmak için yaşıyorsunuz. Yâr olmak öyle bir şey. Yâr olmak çünkü aynı zamanda güzel olmak, güzelleşmek demek... Bu her zaman mümkün değil tabii. Düşüyorsunuz, kalkıyorsunuz. Günah işliyorsunuz, kirleniyorsunuz. Önemli olan farkında olmak, farkında olarak yaşamayı sürdürmek.

Bu sılaya dönüş yolculuğu nedeniyle mi üçlemenizdeki Yusuf geçmişine, çocukluğuna, ilk noktaya gidiyor?

Aynen... Bir yere bağlı olduğumuz için, bir yerden geldiğimiz için.

Size göre maneviyatı bulabileceğimiz yer, bu modern ögelerin silindiği bir yer, modern öncesi bir dönem mi?

Hayır. Tam da onların ortası. İyiyle kötü, modernle gelenek hepsi biraradadır. O biraradalığın ve çatışmanın içindedir her şey.

Sizin kendi maneviyatınıza ilişkin yolculuğunuz ne zaman başladı?

Ben hiçbir zaman kendimi bir tür dinsiz ya da seküler gibi algılamadım ve tanımlamadım. Benim içimde her zaman maneviyata dair bir şey vardı. Ama bunun evrilmesi ve bunun benim hayat biçimimin içine yoğun olarak girişi, benim sinemada sanatta buradan beslenmem yaklaşık son 10 yıllık döneme yayılıyor.

Filmlerinizde rüyanın çok önemli bir yeri var. Filmin içinde başka bir derinlik açıyor. Sizin filmlerinizin kendisinin de insanların hayatında bir rüya etkisi yaratmasını istediğinizi söyleyebilir miyiz? Tüm o dünyevi koşuşturmacanın arasında bir çatlak yaratmak, anın içinde başka bir an açmak...

Evet. Tam da o işte. Onu yapabilmek ve o anı genişletebilmek. Filmi seyretmeye başladığınız andan itibaren onun içine girebilmek ve o anın içinde kalmak. Bütün derdim o. Ama bunu da çok fazla müzik kullanmadan, diyalog kullanmadan yapmak. Bir hâl yaratmak... Film bittiğinde bir şükran duygusu, bir güzellik duygusu yaratmak... Ben artık sinemada güzellik duygusunun da yitirildiğini düşünüyorum. Çok fazla şiddetle, kanla dolu, sürekli entrikanın döndüğü bir sanat haline geldi sinema... Ama ben sanatta güzelliğin çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Hatta sinemada zanaatın önemli olduğunu düşünüyorum.

Sinemada zanaat dediğiniz şey nedir?

Mesela bir sahnenin çekilme aşamasında yapılan çalışmadır. Bir elişi gibi her şeyin ince ince işlenmesi. Ben sadece müzik kullanmıyor değilim, aynı zamanda dijital hiçbir şey kullanmıyorum. Hâlâ kimyasal olarak film yapıyorum. Artık neredeyse terk edilmiş bir tekniği kullanıyorum. Ve bunun çok farklı bir güzellik yarattığını düşünüyorum. Anlattığım hikâyedeki sadelik ve sakinlikle biçimin birarada olması gerektiğini düşünüyorum. Ben yapmaya çalıştığım sinemaya 'manevi gerçekçilik’ diyorum.

Film gerçekliğe dokunarak maneviyatı anlatsın, istiyorsunuz...

Ben film bu çatışmanın ortasında olmalı, diye düşünüyorum. Gerçeğin içindeki maneviyat, maneviyatın içindeki gerçek. Bunları asla birbirinden koparmamamız lazım. Maneviyat kavramını da sadece İslami referans anlamında söylemiyorum. Hıristiyan kültüründen de besleniyorum. Yahudi mitolojisine, eski Yunan mitolojisine, Uzakdoğu sanatlarına, Rönesans öncesi resme de bakıyorum. Bütün bunların içinde ortak olan, o maneviyat denen şey beni ilgilendiriyor.

Filmleriniz perdedeyken sanki perde içe doğru bükülüyor ve seyirciyi o içbükey alanın içine alıyor.

Ve buradaki hassas nokta nedir biliyor musunuz? Zaman algısı. Ticari sinemada buradan şuraya yürüyen biri var, onu üçe bölüyor. Bir buradan, bir şuradan, bir de oradan çekiyor. Ama siz birinin 20 metre yürümesini kesilmeden seyretmeye başladığınız zaman, beşinci metreden sonra yavaş yavaş o anın içine girmeye başlıyorsunuz. O anın içine girdikten sonra olay bir şey demeye başlıyor.

Başka hangi noktada ayrılıyor sizin sinemanız ticari sinemadan?

Mesela kimin gözünden çekiyoruz filmi. Bunlar çok önemli meseleler ve ben bunlara çok kafa patlatıyorum. Ticari sinemada birçok gözden birden anlatıyor. Sürekli sizi kopartıyor, siz sadece aslında bir olay izliyorsunuz. Mekânla durumla bağınızı kopartıyor. Sizi sadece nefsani bir şeye doğru götürüyor. Nefisle egoyla ilgili bir noktadan izlettiriyor size filmi.

Altın Ayı neden altın değil?

Bal’ın çocuk oyuncusu Bora Altaş’la sette ilişkiniz nasıldı?

Ben Bora’ya aktör gibi baktım. Çünkü çocuklarla nasıl ilişki kurulacağını bilmiyorum. Benim tek bildiğim şey bir oyuncuya bir şeyi tarif etmek. Onu eşitim gibi gördüm ve böyle çok kolay oldu.

Peki, en çok ne zorladı Bora’yı?

Onu zorlayan tek şey oldu: Önce başka birini canlandırdığını idrak edemedi. Zannetti ki biz onu çekeceğiz. Mesela, filmde Yusuf karakteri kekeliyor. Okumaya başladığında, başarısız oluyor. Bora sürekli diyor ki 'Ama ben okuyabiliyorum". Fakat sonunda ikna oldu. Onun Yusuf olduğuna, kendisinin Bora olduğunu anladığında da mucize gerçekleşti.

Ödül aldıktan sonra telefonda konuştunuz mu?

Konuştuk.

Ne diyordu?

Onun takıldığı şeyler başka. Mesela festivale gittik, orada eski ödüller var, onları soruyor: 'Gerçek altın mı?’. 'Yok’ diyorlar, 'O zaman niye altın ayı diyorsunuz?’ diye soruyor.

Leyla İpekçi: 'Kayıpta gaybı görmek mümkün'

Taraf gazetesindeki köşesinden de tanıdığmız yazar Leyla İpekçi aynı zamanda Semih Kaplanoğlu’nun karısı. Onun yolculuğunun ortağı, en yakın tanığı. İpekçi bu yolculuğa ve tanıklığına dair sorularımızı yanıtladı.

Semih Bey filmlerini yaparken, siz sürece hangi aşamalarda katılıyorsunuz?

Semih’in filmleri hayatımızın her anını kapsıyor, kuşatıyor. Çünkü aynı zamanda yapımcılık, büyük sabır ve maddi manevi fedakârlık gerektiriyor. En çok senaryo ve kurgu aşamalarında aktifleşiyorum. Onun ne yapmak istediğini bildiğim için, bu mümkün olabiliyor. Ben de bu sayede çok şey öğreniyorum.

Ödül anıyla ilgili Semih Bey "Bir huşu hali vardı üzerimde" diyor. Siz neleri hatırlıyorsunuz o andan?

Semih fazla sakindi ve filmimizin kazandığını duyduğumuz andan sahneye davet edileceği ana dek birkaç dakikası vardı sadece. Belki ne diyeceğini düşünüyordu. Bense arkamdan ve yanımdan gelen kaynaşmalarla kıpır kıpır olmuştum. O anı hiçbir şey düşünmeden yaşadım.

Maneviyat Semih Kaplanoğlu’nda da sizin sanatsal üretiminizde de önemli. 'Öte taraf’ düşüncesi sanatsal üretiminizi nasıl etkiliyor?

Bana göre bir sanat eseri burayı ve buraya ait olanları 'orayı’ bize gösterir gibi anlatabilmeli. Bir 'öte’den bakış katabilmeli varlığa. 'Orası’ ile burası arasında hakikatin diyalektiğinden ziyade, hakikatin birliği var. 'Orası’ buranın izdüşümü. Ayrı ve bölünmüş değil. Aynı anın içinde mevcut. Bunun bilgisi bizim asli tabiatımızda var. 'Oradan’ geldiğimiz için geçmişimizde, 'oraya’ kavuşacağımız için geleceğimizde. Kaynağın varlıkla ilişkisi her şeyde; onu uzakta aramak gerekmez. 'Kayıp’ olana bu şuurla baktığınızda 'gayb’ olanı görebilirsiniz. Sanat eseri bunu bize gösterdiği ölçüde zamanları ve mekânları kuşatabiliyor.

Sizce Semih Kaplanoğlu’nun filmlerinde anlatmak istediği şey nedir?

Semih bir güzelliğe bakmak, onun içinden geçmek ve onu çoğaltmak istiyor bence. Paylaşım da bu zaten. Ben’deki öteki’nin, öteki’ndeki ben’in birbiriyle örtüşmesi. Güzellik paylaşıldıkça derinleşiyor, derinleştikçe yalınlaşıyor. Her şeyin yalnızca bize bakan değil, O’na bakan yüzüne insanı yaklaştırıyor.

Semih Bey de siz de tasavvufla ilgileniyorsunuz. Bu yolculuğa ilk kim çıkmıştı da ve diğerini oraya götürdü? Ya da bu ortak ilgi mi karşılaştırdı sizi?

Ben heterodoksiyle, dinlerin kozmolojisiyle ilgili okumalar yapıyordum. Kelimelerin köklerine ve anlamlarına daldıkça çok tuhaf karşılaşmalar yaşıyordum. İslam’ın kalbine girdikçe, ya da o benim kalbime girdikçe, bütün dinlerle, inanç biçimleriyle buluştum. Özdeki birliği, İslam’ın hepsini, hepsinin de onu içerdiğini fark ettim. Semih ise mucizenin gerçekteki aynasına çoktan bakmış biriydi. O yüzden benden ona kendiliğinden geçti her şey. Belki asıl ondan bana geçmiştir!

Copyright Kaplan Film Production © 2009