News
Synopsis
Storyboard
Trailer
Director
Credits
Technical Info
Uluslararası Satış
Press
Photographs
Vizyon
Awards

Süt /BASINDAN


Ayça Çiftçi - Altyazı Dergisi - 01.2009

SütTEN HAYALLER

"Sanatsal gözlem, neredeyse mistik bir derinlik kazanabilir. Değdiği nesneler, adlarını yitirir. Işık ve gölge çok özel sistemler oluşturur, kendilerine özgü sorular ortaya atar. Hiçbir bilime dayanmayan, hiçbir pratikten türetilmemiş sorulardır bunlar. Varoluş değerlerini yalnızca, onları algılamaya, onları kendi benliğinde uyandırmaya yazgılı birinin ruhu, gözü ve eli arasındaki çok özel uyumda bulur." Paul Valéry

Semih Kaplanoğlu'nun son filmi Süt'ü izledikten sonra insanın aklında aynı kökten türeme birtakım kelimeler dolanıyor; hayal, tahayyül, muhayyile... Tamamı bir hayal atmosferini çağrıştıran, karakterinin tahayyül etme biçimine göre dilini kuran ve sinemada başka bir muhayyilenin imkânını arayan bir film Süt. Başka bir muhayyile denince ilk akla gelen şey rüyalar, çünkü gündelik yaşamdaki algımızdan bambaşka bir algının mümkün olduğunu bize duyuran, kendi zihnimizin sınırlarının sandığımızdan daha geniş olduğunu bize bildiren deneyimlerdir rüyalar. Ama rüyalarımız, en zor paylaşılan deneyimlerimizdir; bilincimizin görünmeyen yüzünü, dolayısıyla da birtakım zaaflarımızı açık edebileceği için değil sadece; rüyaların dili uyanık bilincin diline kolayca tercüme edilemediği için de. Semih Kaplanoğlu, Valéry'nin bahsettiğine benzer bir "sanatsal gözlem"i kurarken bu türden bir zorlukla mücadele ediyor. Konuşma dili için bilinç halinin dil normları ne anlama geliyorsa, sinema için de anaakım sinema dilinin orada durduğu düşünülebilir. Bu durumda, rüyaların dilini görsel olarak temsil etme, başka bir muhayyileyi sinemada kurma çabası da, aynen rüyaları anlatırken yaşadığımıza benzer bir zorluk taşıyor. Kaplanoğlu Süt'te bu zorluğu aşmanın dilsel öğelerini arıyor. Kimi sinema izleyicisi için filmi zorlu hale getiren de bu; filmin başka bir dili, başka bir iletişim zeminini, başka bir deneyim algısını arıyor olması...

Kaplanoğlu, Bal-Süt-Yumurta üçlemesini kronolojik olarak tersten kuruyor. İlk film olan Yumurta'da annesini kaybeden Yusuf'un memleketine, anne evine yaptığı yolculuğu anlatıyordu. Süt ise Yusuf'un yirmili yaşlarının başında henüz annesiyle yaşadığı dönemde geçiyor. Bu tersine yolculuk, Yumurta'yı takip eden Süt'ü de, henüz çekilmeyen Bal'ı da birer flashback haline getiriyor. Mesela Yumurta'da, Yusuf'un bir köpeğin karşısında neden öyle ağladığının cevabını bu geriye dönüşle anlıyoruz. Ama üçlemenin kurduğu soru-cevap dizgisi, bilgiye odaklanan türden değil; Kaplanoğlu hiçbir filminde izleyicinin ısrarla cevabını bekleyeceği sorular ortaya atmıyor çünkü, hatta bundan kaçınıyor. Karakterini de birtakım somut olaylarla, onu kestirmeden biçimlendirecek birtakım profil bilgileriyle şekillendirmekten özellikle kaçınıyor. Ama yine de, geçmişine döndükçe Yusuf'la yakınlığımız artıyor; onun hakkında birtakım somut bilgiler edindiğimiz için değil, ruhsal dünyasına daha çok girdiğimiz için onunla tanışıklığımız derinleşiyor. Hatta Süt'te bütün bir filmin anlatım yapısı, dolayısıyla izleyici olarak bizim görme biçimimiz onun iç dünyası dolayımıyla kuruluyor. Sonuçta Süt, bilgi üzerinden kurulmuyor, çünkü esas odaklandığı insanın bilinç hali değil. Örneğin Yumurta'da Yusuf'un annesini kaybettiğini öğreniyoruz, evet, ama Süt'le birlikte onun annesini asıl kaybettiği döneme dönmüş oluyoruz. Yumurta'daki kayıp, ölümle gelen, dolayısıyla apaçık ortada olan, deşilecek bir yanı olmayan bir olguyken, Süt'te ergenlikten çıkış anlamına gelen kayıp, açıkça görülemeyecek, bilgi düzeyine çıkarılmamış, bilincin uzak bölgelerine yolculuk etmeyi gerektiren bir durumdur ve Süt de tam olarak böyle bir yolculuğu görselleştirmeye çalışır.

Süt'le birlikte anlıyoruz ki, üçlemenin şimdiki zamanı Yusuf'un Yumurta'daki halidir; diğer ikisi ise Yumurta'da dururken geçmişten hatırlananlardır. Süt'ün bir tür rüya atmosferinde geçmesi de bu yüzden. Bu anlamda rüyalarla anılar arasında da bir ilişki kurulmuş oluyor. Rüyalar nasıl bilincin görünmeyen yüzünden besleniyorsa, anılar da oralardan bir yerden besleniyor. Rüyalar ne kadar başka bir bilinç haline taşıyorsa bizi, geçmişimizi hatırlama anlarımız da o kadar gündelik bilinçten uzağa bir yere taşıyor bizi. Bütün hikâyenin bir taşra hikâyesi olması da bu yüzden belki; vitrinde olmayan, her an bakılmayan, kıyıda köşede kalmış yanımıza bakan bir anlatı için en uygun yer taşra olduğu için.

Süt, anıları rüyaya çok yakın bir yere yerleştirirken, Yumurta'dan oldukça farklı bir dil kuruyor. Yusuf'un geçmişini değil, Yusuf'un zihnindeki geçmişini temsil etmeye soyunduğu için, her bir mekânın 'bellek-mekânı'na dönüştüğü, zamanın hatırlanan âna göre karakterin zihninde keyfî bir ölçeğe tâbi tutulduğu bir dil kuruyor. Zamanı çeken, uzatan, anları zamanın bütünlüğünden koparıp hafızanın kendinden menkul zaman kurgusuna tercüme eden ve zamanla oynadıkça mekânı kuran bir dil bu. Bu yüzden Süt, en çok, Proust'un romanlarını getiriyor akla: "Hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgârda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekâmızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hâlâ bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama kendi bakışımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür..." Valéry'nin bahsettiği "mistik derinlik", Süt için, Proust'un burada tarif ettiği türden bir bellek yolculuğuna yorulabilir; bilinç düzeyine çıkarılmamış, ama bir şekilde elbette kaydedilmiş bilgileri zamanın içinden koparıp çıkarmaya çalışan bir sinema anlayışına.

Anılarla rüyalar birbirine bu kadar yakınlaşınca, üçlemenin karakterinin, ismini Yusuf peygamberden alması da başka bir anlam kazanıyor. Hatırlanırsa, Yumurta'da Yusuf'un isminin bir gönderme olduğunun altı filmin içinde özellikle çiziliyordu. Yusuf, rüyasında kendisini bir kuyudan çıkmaya çalışırken görüyordu, aynı kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf peygamber gibi. Yusuf peygamber, gördüğü rüyalar ve rüyaları yorumlama gücüyle anılan bir peygamber. Bu anlamda, Yusuf'un Süt'le birlikte başlayan geçmişe dönüşü, annesinin ölümünün ardından geçmişini yorumlayışı ya da bilincin "başka" yerlerine yolculuk edişi, Yusuf peygamberin rüyaları yorumlamasıyla paraleldir.

Süt bütünüyle bir anı anlatısı gibi kurulurken, Yusuf'un epilepsi hastalığıyla gelen krizler filmin bu yapısını daha da derinleştiriyor. Altyazının Kasım sayısında Fırat Yücel'in ifade ettiği gibi, "Yusuf şuurunu yitirince kurgu da şuurunu yitiriyor; başlarda devamlılık arz eden anlatım, sonlara doğru, ateşli hastalık sırasında görülen sanrılar gibi birbirinden kopuk anların ardı ardına gelmesiyle ilerlemeye başlıyor."1 Anılar geçmişe dönüp bakıldığı için başka bir algı kurarken, epilepsi yaşanan ânın kendisini, henüz deneyimlenirken, o bildik algı kalıplarından çıkarıyor. Bu yüzden de filmin başından itibaren anılarla motive edilen anlatım dili, artık başka bir motivasyona ulaşıyor. Bu noktadan sonra izleyiciden olayların akışını takip etmesi değil, Yusuf'un algı biçimini deneyimlemesi bekleniyor.

SütE BATMAK / SütÜ BIRAKMAK

Babasız bir anne evinde büyümüş, bu yüzden biraz baba olmuş (ama annesinin serzenişlerinden bile belli ki daha çok da olamamış), ne kadar büyüyüp ne kadar büyümediğinin çelişkisini vaktinden evvel yaşamaya başlamış bir oğlan çocuğu Yusuf. Ama baba olmak istemiyor Yusuf, büyümek istemiyor. Annesinin bir anlam veremediği kitaplara, şiirlere, bakıp durduğu çiçeklere gömülmek istiyor. Ama ya askere gideceği, ya üniversiteye gideceği, sonuçta büyümek için ille taşradan başka bir yere gideceği, dolayısıyla da annesinden gideceği döneminde geçiyor filmin hikâyesi. Dahası, o gitmese bile, annesinin onun bir yerlere gideceğini kavradığı bir dönemde.

Bu dönemin insana 'ne yaptığını' anı ile, epilepsi hastalığı ile motive ederek insanın içinden bir yerlerden anlatıyor Kaplanoğlu. Filmin son sahnesinde, Yusuf'un film boyunca nasıl ince bir çizgide yürüdüğü netleşiyor. Yusuf'un başındaki madenci kaskından gelen ışık kameraya yönelip bütün ekranı Süt beyazına bularken, filmin bu beyaz kadrajda biteceğini, Yusuf'un 'orada' kaldığını düşünüyorsunuz. Anneden kopuşu, tam bir bilinç düzlemi kaymasıyla yaşayan Yusuf'un, nihayetinde varabileceği son sınıra varacağını; Süte batarak onu bekleyen geleceği reddedeceğini, o başka bilinçte sonsuz bir beyaza batacağını... Ama öyle olmuyor; görüntü tekrar beyazdan açılıp uzaklaşırken, Sütten kopup yeniden 'buralarda bir yerlerde' var olmaya devam ediyor Yusuf; Yumurta'da var olmaya devam ediyor. Rüyalarıyla, krizleriyle, anılarıyla arada bir gidip geliyor, ama sahaf dükkânını açmış yaşamaya devam ediyor. Annesinin ölümüyle birlikte, hangi sınırdan döndüğünü hatırlıyor; 'Süt'ü hatırlıyor. Belki de Yusuf köpeğin karşısında ağlarken, aslında o anki kaybına değil, geçmişteki asıl kaybına ağlıyor. Yasını tutmanın kolay ve meşru olduğu bir ölüm sayesinde; gizli kapaklı atlatılmaya çalışılmış, insanın bilincine oyunlar oynayan bir travmanın yasını tutuyor.

Not:
1Yücel, Fırat. "Oraya Buraya Bakan Çocuk", Altyazı, Kasım 2008, s.78, sf. 89.

Copyright Kaplan Film Production © 2009