'Taşradaki genç erkeklerin kaygıları önemli' - Erman Ata Uncu 04/09/2008
Venedik'te yarıştığı 'Süt'te taşrada 'şıkışmış' bir gence odaklanan Semih Kaplanoğlu, 'Türkiye taşrasında bir arada yaşayan, okula gitmeyen, tarlada da çalışamayan genç erkekler topluluğunun yaşadıkları kaygıları, anneleri, kız kardeşleri, ya da sevgilileriyle yaşadıkları ve yaşayamadıkları meseleleri çok önemsiyorum' diyor
VENEDİK - "Ben 17-18 yaşından bugüne şiir yazan birisiyim. Şiir yazan birinin halini çok iyi biliyorum. Şiir yazma teknikleri bana sinemada çok yardımcı oluyor. Hem azaltmak, billurlaştırmak ve kurgulamak anlamında akıl yürütmek açısından hem de dünyayı anlama yollarından biri olarak hep başvurduğum bir şey." Semih Kaplanoğlu, Yusuf üçlemesinin ('Yumurta', 'Süt' ve 'Bal') odağına bir şair almasının nedenini böyle açıklıyor.
Üçlemenin 65. Venedik Film Festivali'nin yarışma bölümünde görücüye çıkan ikinci halkası 'Süt', anlatım tekniklerini iyice arındırdığı bir yapıt. İlk film 'Yumurta'da Nejat İşler tarafından canlandırılan Yusuf'un ('Süt'te rol, ilk kez kamera karşısına geçen ve karaktere katkılarıyla kendine hayran bırakan Melih Selçuk'a emanet) 18 yaşında, Tire'de yaşadıklarını görüyoruz. Dingin anlatım, annesiyle (Başak Köklükaya) yaşayan Yusuf'un hezeyanlarını algılamamıza engel değil. Kaplanoğlu'yla Venedik'teki otelinde, gayet yoğun bir röportaj trafiği sonrası görüşüp bu anne-oğul ilişkisinin temas ettiklerini, anlatımda hedeflediği billurluğu ve 'Süt'ün sinema salonunda hayret nidalarıyla karşılanacak kadar çarpıcı ilk sahnesini konuşuyoruz.
Uluslararası eleştirmenlerin tepkileri nasıl?
Bazıları çok beğendi, bazıları beğenmedi. Bu çok doğal çünkü herkesi memnun eden bir sinema yapma arayışında değilim. Taviz vermeden, kendi anlatım yolumdan ilerlemek istiyorum. Bu anlamda da bu tarz sinemayı ve çabayı sinematografik anlamda anlayanlar var, bir de anlamayanlar var. Bu çok doğal bir şey. Genel olarak baktığımızda, film genel olarak beğenildi. Ama çok sınırlı sayıda insanla ilişki kurdu bu festivalde. 26 Eylül'de Türkiye'de vizyona girecek. Çeşitli ülkelere de satıldı. Sanırım o zaman daha fazla yorum gelecektir.
Filmde kültürel kodlar gayet yoğun. Kahve falı, kız isteme gibi ritüellere bir açıklama yapılmadan anlatım açısından anahtar birer işlev yükleniyor. Bu uluslararası seyirci açısından bir zorluk yaratabilir mi?
Açıkçası kültürel kodların anlaşılırılığını çok fazla önemsemiyorum. Dünyanın her yerindeki hayat deneyiminin benzerliğini ve insanın kalbinin her durumda aynı çalıştığını, değişmeyeceğini düşünüyorum. Bu anlamda zaten dili sadeleştirmeye, büyük mizansenlerden, dramatik aksiyonlardan arındırıp hepimizin yaşadığı bir tür gerçekliğe işaret etmek istiyorum, bu beni daha çok ilgilendiriyor.
Filmin yılan çıkarma sahnesine bazı uluslararası gazetecilerce sembolik bir anlam atfedilmiş. Bu sahnenin bu kadar sembolik olarak algılanabileceği aklınıza geldi mi?
Hayır onu gerçeklere uygun olduğu için çektik. Sonrasında çocuğun annesiyle arasının bozulmasını göstermek açısından da bir işlev yüklendi o sahnenin sertliği. Karakterin tavırlarını anlamamızı sağlayacak elemanlardan bir tanesi. Eğer minimalize etmek istiyorsanız, konuşmadan anlatmanın yollarını mizansenlerini kurmak istiyorsunuz. Böyle bir yol izliyorum.
'Yumurta'yı seyretmeyen birisi, sadece 'Süt'le Yusuf karakterine vâkıf olabilecek mi sizce?
Bence bu filmlere tek tek bakmak lazım. Bir dizi gibi ya da birbirini tamamlayan parçalar gibi değil. Bir karakterin çeşitli dönemleri var ama her biri ayrı filmler. Çağrışımlarla katlanan bir yapı kurmaya çalıştım.
Çağrışım derken filmler arasındaki bağlantıları mı kastediyorsunuz?
Tabii ki. Ama izleyicilerden bu ilişkiyi kurmak için çaba sarf etmelerini bekliyorum. Bu konuda çaba sarf etmek istemeyenlere de bir şey diyemiyorum.
Üçlemede kronolojik olarak geriye doğru gidilmesi de bu çabayı istemenizle mi alakalı?
Tabii ki. Yani bunu psikanalitik bir okuma olarak da düşünebilirsiniz. Neden böyle olduğumuzu anlamak için çeşitli yollar var. Çocukluğa, gençliğe, o yaşlardaki ilişkilere bakmak gerekebilir. O anlamda belki 'Süt'ten sonra 'Yumurta'yı izlemek farklı bir deneyim olabilir. Ya da tam tersi. Veya 'Bal'dan sonra 'Yumurta' ile 'Süt'ü izlemek de... Bunun ilginç bir yolculuk olacağını, bunları farklı farklı algılayabileceğimizi düşünüyorum ve yapıyı da böyle kuruyorum aslında.
Melih Selçuk filme nasıl dahil oldu?
Oyuncular söz konusu olduğunda mümkün olduğu kadar sahici insanlara ulaşmaya çalışıyorum. Her filmde yeni bir insanı sinemaya hediye etmenin önemine inanıyorum. Tülin Özen, Saadet Işıl Aksoy gibi. Onlar üç filmdir ekipteler. Böylece birbirini tanıyan, bir arada yaşayıp öğrenen yeni bir ekip ortaya çıkıyor. Mesela Tülin Özen 'Yumurta'da asistanlığımı yaptı. Melih'le olan ilişkimiz de toprakla, geleneksel yaşamla bağını koparmamış, nesneleri, doğayı bilen, onlardan korkmayan, rahat ve cesur bir insan aramamla bağlantılı. Zeki olması lazım tabii bir de. Konuşmanın bu kadar az olduğu, böyle minimal bir filmde bizim ne yapmak istediğimizi anlayabilmesi için aynı dili konuşmamız lazım. Tabii o insanı aramak, bulmak da başlı başına bir serüven. Türkiye'nin birçok bölgesindeki kasabalara, okullara gittik. Bu üç dört ay süren çalışmalardan sonra Melih'i bulduk. Mithat Alam Film Merkezi'ne astığımız 'Oyuncu aranıyor' ilanıyla. Boğaziçi İşletme'de okuyor. Mardin Kızıltepeli.
İlk kez kamera karşısına geçtiği için rahatlatmak gerekti mi?
Bizim çalışma sistemimiz, seni seçtim, şimdi oyna bakalım şeklinde değil. O kişiyi öncesinde tanıyıp onunla dost oluyorum. Yani profesyonel bir oyuncu da olsa onun oyunculuk kısmından değil de kendisiyle ilgili bir şeyler bulup çıkarmaya çalışıyorum.
O zaman karakterler, oyunculardan da bir şeyler taşıyor... Kesinlikle. O zaten geçmezse bu çalışma metodundan bir şey çıkmaz.
Başak Köklükaya nasıl dahil oldu filme?
Öyle bir yüz arıyordum ki, hem 40'lı yaşlarının başında bir kadın hem de gençleşip kadınlığını fark edebilecek bir fizik yapısının olması gerekiyordu. Başak bu anlamda olağanüstü özelliklere sahip bir insan, müthiş bir yüzü, aurası var. O anlamda bana inandırıcı geldi.
Filmin basın bülteninde Türkiye taşrasındaki değişimden bahsetmişsiniz. Bu, filme nasıl yansıyor?
Üç ay önce uzun bir yolculuk yaptım: Konya, Kayseri, Antep, Mardin... Türkiye taşrasında büyük bir değişimin olduğunu, oradaki yaşam, üretim biçimlerinin, şehirlerin görüntüsünün hızla değiştiğini ve insanların hayatla ilgili taleplerinin çok değiştiğini, seslerini duyurmak istediklerini, yeni bir hayata adım atmak istediklerini algıladım ve gördüm. Bu hem içsel dinamikleri olan hem de dışsal dinamikleri olan bir değişim. Bu değişimle bütün moral, dini değerler, laiklik vs., her şeyde yer yerinden oynuyor. Ancak bu değişimle beraber Ergenekon gibi bir olay ortaya çıkıyor. Bu değişimi nasıl anlatabilirim?
Değişimin hayatımıza nüfuz edebileceği en zor, en dramatik yer ailedir. Ailedeki değerlerin, kavramların, sevginin değişmesidir. Bu değişim, hiçbir şeyin nüfuz edemeyeceği zannedilen anne-oğul veya baba-çocuk ilişkisine girebilir. Geleneksel, kutsal olanı zorlayıp deforme edebilir. Ve insan ruhu bu değişime ya ayak uydurur ya da uydurmaz. Uyduramadığı zaman da çok acı çeker. Türkiye taşrasında bir arada yaşayan, okula gitmeyen, tarlada da çalışamayan genç erkekler topluluğunun yaşadıkları kaygıları, anneleri, kız kardeşleri, ya da sevgilileriyle yaşadıkları ve yaşayamadıkları meseleleri çok önemsiyorum ben. Ve oraya bakıyorum aslında.
|