Esra Yalazan - Taraf Gazetesi - 11.01.2009
Mağduriyet, gençlik ve Süt...
Günün ilk seansında, tenha ve sıcak bir sinema salonundayız. Semih’in (Kaplanoğlu) Süt filmini izleyenlerin hepsi tesadüfen kadın. Kısa, basit ve uysal cümlelerle konuşan insanların şiirsel görüntülerini izliyoruz. Gücünü yavaşlığın suskunluğa sokulmasından alan sahneler, tanıdık olduğumuz halde uzağına düştüğümüz ‘mağduriyet’ hikâyelerine götürüyor bizi. Buğulu rüyalar gibi görünen resimlere bakarken ters yöne akan bir ırmakla birlikte suya, ışığa batmış ‘derin’ geçmişimize doğru sürükleniyoruz. Seneler evvel kalbimize atılmış sıkıntı tohumlarının, henüz yeşermeye başladığı o heyecanlı gençlik günlerine...
Kıskandığı annesinden, ‘kimliksiz’ kasabasından, olmayan babasından, çamurlu çizmelerine bakıp kendi geleceğini gördüğü madenci dostundan, şiirini yazdığı kızdan ve onu hor gören hayatın yeknesak ritminden kaçmak isteyen delikanlının, meraklı ama yorgun bakışlarını izlerken, gençken ‘görülmeme’ acısının neye benzediğini hatırladım. Pazarda peynir satarak evin geçimini sağlayan anne, loş bir mutfakta babasız büyüttüğü oğluyla konuşuyordu: “Oğlum, nasıl dönecek bu ev. Üstün başın, dergilerin, kitapların. Durup, göğe bakıyorsun. Durup toprağa bakıyorsun. Ağaçtı, kuştu, çiçekti, böcekti...”
HAYATININ EN MUTLU ANI
Şair olmak hayaliyle yüreğini sıcak tutan bir genç için ne kıymetli, nasıl yerini bulmuş bir iltifat, diye geçirdim içimden. Şairler, insanları ve onların mantıklı düşüncelerini pek ciddiye almaz çünkü! Durup toprağa, gökyüzüne bakarak, rüzgârla hışırdayan yaprakların, sabah kuşlarının sesini dinleyerek hayaller arasında kaybolmak, bilmeden cennete düşmek gibidir o yaşlarda. Zaman, taşradaki gençlik sıkıntısının ruhuna uygun, usulca akıyordu. Sonra, anne şakacı bir tonla oğlu Yusuf’u sorguluyordu: “Oğlum, kim o kız, söylesene, yazmışsın işte... Saçını, gülüşünü, bakışlarını.” Annesinin uzattığı şiir dergisini eline alınca durumu anlayan genç, “Ya, benim ilk şiirimi yayınlamışlar, sen hâlâ kız diyorsun anne” diyerek fırladı evden. Onu izlerken buz mavisi oldu gözlerim. Bir süre yutkunamadım. Bomboş, karanlık bir asfaltta gelecekteki puslu hayatına doğru koşan umutlu bir genç... Henüz dünyayı bir kaplumbağa gibi sırtında taşımaya başlamamış. Beni karnımdaki boşluktan kıskıvrak yakalayan tam neydi bilmiyorum. Sanki ona ilerde ‘hayatının en mutlu anını hatırla ve bir daha hiç kaybolmamak için oradan tutun hayata’ deseler, sadece o biricik anı hatırlardı gibi geldi bana.
O SONSUZ HİÇLİK DUYGUSU...
Bir de o sonsuz ‘hiçlik’ duygusu var tabii. İnsan bu hayattan gelip geçerken küçük işaretler bırakmak, görülmek istiyor. Herhangi bir biçimde başkalarının zihinlerinde dolaşmak, yüreklerine dokunabilmek arzusu ve o arzuya ulaşamama ihtimali, bazen paslı yalnızlıklara taşıyor bizi.
Yusuf’un durağan ama derin bakışlarında gezinirken Dostoyevski kahramanlarını düşünmeme neden olan Mağdurun Dili’ni hatırladım. O muhteşem denemelerin yazarı Nurdan Gürbilek, bu kitabı neden yazdığını anlattığı bölümde, bizi ‘başkaları tarafından görülme arzusuyla küçük görülmenin yol açtığı hayal kırıklığı üzerine düşünmeye’ davet ediyordu.
Beyaz Geceler’in dünyada fazladan yer işgal ettiğine inanan ‘lüzumsuz’ delikanlısıyla, Ege’nin taşrasına hapsolmuş Yusuf arasında ne toplumsal, ne de kültürel anlamda hiçbir bağ yok elbette. Ama sanırım görülmemenin, anlaşılmamanın, aşağılanmışlığın, hor görülmenin yarattığı sıkıntı ve tahribatın insanı hırpalama biçimi pek değişmiyor. Kaderlerine boyun eğen hülyalı kahramanlar, hikâyelerle, şiirlerle, kendi bakışlarıyla hayatı yeniden anlamlandırarak var olmaya çalışıyor.
BEYAZ GECELER’İN HAYALPERESTİ
Filmi izledikten sonra neden acı çektiğini anlayamadığı için hayatı sorgulayan, o iç burkucu, saf sorularıyla hayalet gibi dolaşan ‘yalnız’ kahramanları hatırlamak hoşuma gitti. Eve dönünce Beyaz Geceler’in gençken işaretlediğim sayfalarını karıştırdım biraz. Petersburg’un terkedilmiş sokaklarında, gölge gibi dolaşan kahramanının anlattıkları, farklı zaman, coğrafya ve kültürlere ait bu iki gencin dünyaya yabancılaşmasını, edebiyatın ve sinemanın büyülü gücünde buluşturuyor bence: “Sanki bütün Petersburg boşalarak yerinde ıssız bir çöl kalacaktı. Bu durumu gördükçe kendimden utanmaya, gücenmeye, hüzünlenmeye başladım. Benim ne gidecek bir yazlık evim, ne de böyle bir yere gitmem için ortada bir sebep vardı. ... Sanki köşemde unutulmuştum, gerçekten herkes için bir yabancıydım.”
Koşullar ne olursa olsun, sadece genç olmak bile bu türden bir ‘terkedilmişlik’ duygusunu ağırlaştırmaya yetiyor bazen. O vakit, fark edildiklerinde bile küçümsenmekten ürken gençlerin sığındığı yer, yine hayallerle zenginleştirdikleri gölgeli hayatları oluyor: “Hayaller içinde geçirilen gecelerden sonra ayılmanın, gerçek dünyaya dönmenin ne kadar korkunç olduğunu bilemezsiniz. Evet, bir de çevrenize bakarsınız ki, insanlar delicesine akan hayat seli içersinde yaşayıp gidiyorlar. Ismarlama olmayan; hayal gibi, düş gibi, uçup gitmeyen, durmadan yenilenen, her an geç kalan, bir saati bir saatine uymayan gerçek bir yaşam onlarınki.”
Doğru, henüz hayatının başındaki o mutsuz delikanlının söylediği gibi, insanlar delice akan şiddetli bir hayat seli içersinde yaşayıp gidiyor. Bazıları, gençliğin insanı sıkılmaya hapsettiği yıllarda, bazen sonrasında da hiç iz bırakmayacağı korkusuyla acı çekiyor, yalnızlaşıyor. Bazıları da kendi hayatlarındaki ‘görülmeden’ yok olma endişesini o insanların yalnızlığını anlatarak gidermek istiyor. İç içe geçmiş matruşkalar gibi kendilerini doğuran bu bakışlar, birbirimize tuttuğumuz aynada hiç durmadan çoğalarak sonsuzlaşan görüntülerimiz aslında. Yazarların hayatlarıyla değil de, yazdıklarıyla hatırlanmayı isteme sebeplerinden birisi ‘görülmeme’ ihtimalini ortadan kaldırmak olabilir mi?
EŞSİZ BİR SANAT ESERİ GİBİ...
Bu türden boğucu bir endişeyi hissetmek için mutlaka yazarak hayatın kaydını tutmaya lüzum yok elbette. Her insan tektir ve bunu her zaman bu kadar açık hissedemese de, ‘ötekinden’ farklı olduğunu bilir. Bu en sade hayat bilgisidir çünkü.
Belki tam da bu yüzden, dünyanın büyük boşluğuna düşmemek için, yaratmazsa delireceğinden korkan sanatçılar gibi tekrarı olmayan bu ‘gösteride’, hayatımızı eşsiz bir sanat eseri gibi göstermeye, başkaları tarafından ‘görülmeye’ ihtiyacımız var.
Ben, ihtiyarladıkça kabukları pul pul kabarıp dökülen bir ağacın tevekkülle kendini toprağa bırakması gibi, gençlikte esir alan bu şiddetli ‘görülme’ ve hayatı kaydetme zaafından insanın zamanla sıyrılabildiğini düşünüyorum.
O Tanrısal ‘iz bırakma’ şehveti, kibri, zamanla kendini hayatı soldurmadan, tadına vararak yaşama arzusuna bırakıyor. Hayat, billur bir su gibi usulca berraklaşıyor. İşte o zaman, Tanrılar insan, insanlar da Tanrı oluyor...
|