|
|
Rayzan Başeğmez - www.eniyi100film.com - 06.2009
SÜT - SEMİH KAPLANOĞLU
Sinema endüstrisinin en önemli varolma kaygısının gişe endişesi olduğu bir gerçektir. Bu endişe ister istemez üretilen filmlerin seyirci ilgisine yönelik olması gibi bir kaygıyı da yaşatmaktadır ki aslında bu kaygı tam anlamıyla bir "otosansür" niteliğindedir.
Hiçbir sanat dalı ve basın, akademisyenlik, avukatlık gibi diğer mesleklerde kabul görmeyen ve kesinlikle karşısında durulan, ciddi bir tehlike olduğu düşünülen sansür kavramının, yaratıcının-düşünürün-üreticinin -dışarıdan değil de- kendi içinden gelen baskılarla kendisini yönlendirmesi anlamına gelen otosansür kavramı, ne yazık ki endüstrileşme yapısı içerisinde var olan sanat dallarındaki yaratıcılığı etkileyen en olumsuz kavramlardandır. Daha çok siyasi anlamda gündeme gelen bu kavram, müzik endüstrisindeki satış rakamlarına özdeş, sinemada var olan gişe kaygısının temel alındığı bir ana yapı olarak yaratıcıyı kendi içinde yönlendirmektedir.
Üretilen filmler, halkın kesimlerinden ortak ilgi almalı ya da en azından belli kesimlerin yoğun ilgisini çekmelidir. Böylece sanat tarihinin en pahalı yapım sürecine sahip olan sinema, sanatsal anlamda da devamlılığını sağlayabilmelidir. Tanımlama olarak kimsenin karşı olmadığı, olamayacağı bir gerçeği yansıtan bu durum, işlerin sarpa sardığı bir başka durumu da paralelinde getiriyor ister istemez: seyircinin koşullanması!
Gişe kaygısıyla, gittikçe eğlendiren, zamanın nasıl geçtiğini bilemeyeceğiniz bir buçuk saatlik süreçlerde dünyaya yayılan sinema filmleri, bu satırları yazan kişinin de keyifle ve beğenerek izlediği azımsanmayacak sayıya ulaşırken, aslında seyircisini de yalnızca bu yapıdaki filmleri izleyenler konumuna getiriyor ve farklı anlatım biçimleri yada sunumları olan filmlerden de uzaklaştırıyor, farkında olarak yada olmayarak.
Tabi bu durumun dışında kalan çok sayıda yönetmenden söz etmek de mümkün. Üç David, Tarantino, Kubrick, Scorsese gibi birçok yönetmen, hem gişe kaygısının altından başarıyla kalkıp, öte taraftan da içlerinden geldiği gibi üretebilecekleri bir sinema dili oluşturmuş kişiler. Ancak halen, dünya çapında üne de kavuşmuş olsalar, Haneke, Wenders, Jarmush gibi yönetmenlerin yalnızca belirli bir takipçisi var ve ehvenişer bir gişe yakalamakla birlikte genel sinema izleyicisine çok da fazla hitap etmiyorlar.
Ülkemizden, günümüz sinemasından Ceylan, Kaplanoğlu, Demirkubuz, Erdem, Ustaoğlu ve ilk filmi Sonbahar ile başa güreşecek bir tırmanış sergileyen Özcan Alper gibi yönetmenler örnek bu noktada örnek verilebilir. Bu yönetmenlerin filmleri, biraz da alaycı ya da küçümseyici yaklaşımla, "kişisel film", "sanat filmi" yada "festival filmi" gibi adlandırmalarla sınıflandırılırken, sanatsal yaratıcılığın derinlerinde dolaşan bu -ve projeleri olup, henüz üretme aşamasına gelememiş- zihinlere de açık ve doğrudan bir müdahale durumu gerçekleşiyor.
Üretilen eserdeki değeri fark eden eleştirmenlerin dışında, yazılarıyla ya da yazmasalar da kişilerin eş, dost ahbap arasında dolaşan bu tür yorumlarıyla aslında gişe kaygısının tavan yaptığı endüstrinin, seyirci kitlesi üzerinde yarattığı koşullanmanın tuzaklarına düşen bir yapı dile getiriliyor. Bu da, eserin izlenmesine getirdiği olumsuz etkiden öte, proje aşamasında, yönetmenin, senaristin hatta daha da önemlisi yapımcının sanatsal üretimi baştan engelleyici bir otosansüre dönüşüyor.
Önnota karşı çıkışlar
Otosansürü nasıl deldiği, sistemin çarklarından nasıl sıyrıldığı şaşkınlık içeren bir merak uyandıran süreçlerle projelerini gerçekleştiren bu yönetmenlerden Semih Kaplanoğlu, gösterimdeki filmi Süt ile -güncellik anlamında- ön plana çıkıyor.
Öncelikle söylenmesi gereken çok önemli bir nokta var ki o da filmin tümüyle görsel anlatım kaygısıyla oluşturulan yapısı. Bu da zaten sinemanın bir sanat dalı olduğunu sürekli anımsatan yönetmenlerin işleri arasına sokuveriyor filmi. Kaplanoğlu, son derece basit bir öyküyü, -yaşamından alınmıştır, ya da üçlemenin bir parçasıdır hiç önemli değil- sözel anlatımı içeren konuşmaların çok ötesinde, derinden yorumladığı sahne ve planlarla anlatıyor. Bunu yaparken, konunun önemli ya da önemsiz bir çok noktasını göstermeyerek atlama cesaretini de, filmin bütününde, seyircisinin yorumlama sürecine etki ettiğinden emin bir özgüvenle gerçekleştiriyor.
Filmin, anlatsanız ya da düşünseniz, kesinlikle bundan bir film çıkmaz, çıksa da kimse ilgi duymaz diyeceğiniz denli basit ve sıradan konusu, yönetmenin asıl önemsediği duyguların, ruhsal yapının, daha da ilerisi düşüncelerin yansıtılmasında görsel anlatıma yöneldiğinin de en önemli kanıtı. Kağlanoğlu’nun yüzyılın fikri, ya da harikayız, herkesin bayılacağı nefis bir konu yakaladık vallahi, dertlerinden uzak sinemasal kaygıları, görsel anlamda neyi nasıl vereceğinin detaylarında gezinen bir sinemasal yaratıcılıkla yüzleştiriyor bizi ve sonuçta evrensel sinema dilinin inceliklerini başarıyla kullanan bir yönetmen olmasının ötesine geçip kendine özgü sinema dilini oluşturma yolunda emin adımlarla ilerleyen bir sanatçı durumuna geliyor. Meleğin Düşüşü’nde, Selçuk’un, önceleri genel planda verilmesi ve ardından konu içerisindeki öneminin artışıyla birlikte filmin karelerinde daha fazla yer kaplaması, gittikçe yakın plan çekimlerle verilmesi, bir kez daha seyredilmesi gereken Kaplanoğlu örneklemelerinden biridir. Aynen, Süt’de, kafasında annesi hakkındaki şüphelerini yaşayan Yusuf’un bulunduğu planlarda ev, yaşadıkları sokak vb. gösterildiği halde annenin görüntüsünün olmayışı gibi. Ne zaman ki onu takip etmeye karar verir; anne görsel olarak planlarda var olur.
Görsel anlatımı üst düzeyde planlayıp, derinden yakalayabilen bir yönetmen, sahnelerinin mekan seçimleri ile de oynuyor bu filminde. Konudaki ana mekanların yerine, film boyunca sahnelerini, o an olanla hiç bağdaşmayacak gibi görünen yol kenarları, şehir kalıntıları, köprü gibi mekanlara taşıyan Kaplanoğlu, tam anlamıyla, filmde gösterdiklerinin yanında, sunmaya çalıştığı satıraraları hakkında da seyircisini algılamaya zorluyor. Bisikletinden düşen postacıya gülen annenin görüntüsü, olay örgüsündeki bir geçiş durumunu yaşatırken, sahne bir "geçit" olan köprü üzerinde veriliyor örneğin. Dergide şiiri yayımlanan Yusuf, sevincini başta net olarak yaşayamazken, ne yapacağını merak eden seyirciye sonsuza doğru uzanan bir yolda koşarken gösteriliyor. Uzunca bir planda, kameradan uzaklaşacak şekilde koşmakta olan Yusuf, uzaklaştığı bir anda haykırır sevincini. Üniversiteyi kazanamayan ve gündelik işleriyle de geçimini sağlamakta zorluk çeken bir kişinin, sonu belli olmasa da önünde açılan uzunca bir gidiş yoludur şiirin dergide yayımlanması.
Aslında algılaması çok basit olan ve Kaplanoğlu tarafından ukalalık ve kendini beğenmişlikten çok uzak, tertemiz bir şekilde verilen bu gibi görsel bağdaştırmaları anlamakta zorlanarak filmi sıkıntılı bir şekilde izleyen seyirci, yazının önnotunda belirtilen eğlenme ve dolayısı ile her şeyi hazır alma durumuna koşullanmış haliyle izlemektedir filmi. Bu tür filmler, festivallerde gösterilip, ödüler alıp, ardından eleştirmenler de övgüler yazılınca, ortalama sinema seyircisi, anlaşılmazlıkla beğeninin bir arada olduğu gibi bir düşünceye kapılabiliyor ya da kendisini küçük görüp, Türk insanının düşünmeden söylediği ve söylemekten bıkmadığı gibi "ben resimden anlamam" modunda kendisini uzak tutuyor.
Aslında sanatın bir meta olmaktan çok, sanatçının yaratıcılığıyla şekillenen bir anlatım çabası olduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Picasso’nun çarpık çurpuk suratlarına anlam veremeyen insanlar, kısacık internet bilgilerini bile araştırmaya yeltenmiyor. Dövüş ya da aşk filmlerini sevdiğini düşünen kitleler, endüstriyel koşullanmanın içinde, kendilerine yeni ufuklar gösterecek açılımlardan uzak duruyorlar. Bunda, bizim gibi çağdaş sanatla tanışmakta sürekli geç kalan, zorluklar yaşayan ülkelerin, sanattan anlayan "elit" bir kesimin olduğu düşüncesi de ön plana çıkan çok önemli bir kavram olarak kaldığı yerde kalıyor. Toplumda, sürekli canlı tutulan, bu, sanat için sanat kitlesi, insan için üretilen sanat eserinin bir şekilde kendi tekelinde kalmasına neden oluyor. Bundan en fazla zararlı çıkan da şu an başka konulara girmeden bir türlü devam edemeyen bu tanıtım yazısındaki film ve yönetmeni tarzındaki kişiler oluyor.
Süt, görsel anlatım ve mekan seçiminin ön plana çıkan yapısının yanı sıra, uzadıkça uzuyor gibi görünen planlarıyla da seyircinin dikkatini çekiyor ya da genel kanıya göre "dağıtıyor". Filmde seçilen keskin detaylar, önemli dönüm noktaları, ön plana çıkarılan bazı olaylar yönetmenin önemsediği oranda uzun tuttuğu sahne ya da planların sonunda veriliyor. Bu uzunluk, hiçbirşeyin olmadığı hissinden çok, sonunda anlatılacak özel bir noktaya olan hazırlık aslında. O noktanın önemine ya da kendi içinde tasarladığı özelliğine bağlı olarak sahnesinin yada planının uzunluğunu ayarlıyor Kaplanoğlu ve bunu yaptığını kesinlikle fark ettiriyor filmi süresince.
Uzadıkça uzayan sahnelerin içinden bir tanesi öylesine sivriliyor ki, henüz seyretmeyenlerin damak tadını bozmadan son derece gizemli bir eda ile anlatalım "takip sahnesi" diye belirterek. Öncesinden bağlandığı sahnedeki olayın gerilim dozunu sürekli arttırarak uzayıp giden sahnede birçok tuhaf durum oluşuyor. Sahne uzadıkça uzuyor, tempo düşüyor ama bir türlü sarkmıyor. Bu sahnenin neden bu şekilde ucu bucağı belli olmayacak şekilde insan boyunu aşan sazlıkların arasında çekildiği, neden takip edilen kişiyi bilsek dahi gösterilmediği, tüfek sesinin neden ikili anlamda kullanıldığı, konuya ait her türlü detaya yönelen ve şaşırtacak derecede ucuzluğa kaymayan gerilim duygusunun yaratılışını anlatmayıp, seyredecek ya da seyrettiyse de yeniden üzerinde düşünecek olan seyircinin ağız tadına bırakalım.
Filmdeki diğer karakterlerin tümünün iç dünyaları hakkında bilgi sahibi olsanız da asıl kişi Yusuf ve filmde algıladığınız her şey Yusuf’un iç dünyası ile bağdaşık. Yusuf’u yaşantınızdaki çok yakın bir kişiymişcesine algılar ve tanıma sürecinde ilerlerken, onunla bağlantılı kişileri de kendi içlerinde algılamaya başlıyorsunuz. Ancak Yusuf ile doğrudan bağlantılı olmayan olaylar yada duygulanımlardan eser yok filmde ama herkes kendi içinde "var" ve hepsi de gerçek.
Bu yüzden annesinin postacı ile yakınlaşması görsel detaylarıyla verilmiyor. Yusuf İzmir’deyken neler yaşandığı, annesinin olaya yaklaşımı gibi durumlar anlatılmıyor. Bu olay, tümüyle zihinlerimizde canlandırdığımız bir "gösterilmeyen" sahneler bütünüyle verilirken, filmin içerisinde, zaman zaman bir yasak aşk, gizlenen çirkin bir kaçamak gibilerinden düşünceler oluştursa ve Yusuf’un zaman zaman bu olaya tanıklık edeceği gibi gerilimler yaşatılsa da film bittikten sonra akıllarda tümüyle, dul bir kadın ve ona yakınlaşan iyi bir adamla planlanan dürüst bir evlilik süreci kalıyor akıllarda. Ancak olay ne denli güzel olsa da Yusuf’un zihninde anneyi yitiriş ya da en azından o ana dek "tek" olan ilginin paylaşılması anlamında huzursuzluk verici. Seyirci de filmde bu konunun işlendiği sahnelerde huzursuz ediliyor. Oysa annenin adamla yakınlaşması, makul gösterilecek bir aşk temasına dönüştürülüp filmde anlatılabilir, seyircinin de hem anneye hem Yusuf’a hak vermesi sağlanabilirdi. Ancak Kaplanoğlu, işi bu basitlikten çok yukarılara taşıyıp, Yusuf’un içindeki telaş, kırgınlık, kaygı gibi anlatımı çok zor duyguları seyircisinde uyandırarak filmin sonuna dek tek tek işliyor.
Filmden çıkarılsa da -seyirci açısından- hiçbir şey eksilmeyecek "arkadaş sekansı" mekan olarak şantiye fonunda filme katılmış farklı bir durum oluşturuyor. Bir nefes alış gibi, ya da başka bir ortam gibi. Evet, orası bir başka ortam, her ne denli alışılmadık, tuhaf, uç noktalarda gezinen, sinir bozucu ya da ne derseniz deyin sinemasal açıdan insanın derinlerine işleyen cesurca tasarlanmış final sahnesi ile de birleşecek de olsa, bambaşka bir amacı var. Filmin mekanlarıyla da, ışığıyla da, planlarıyla da böylesine ters düşen bu sekans, önce, bu filmde ne yeri var diye düşündürse de ardından hemen farkına varıyorsunuz: orası, Yusuf’un edebiyatçı yönünü anlayabilen tek kişi ile olan iletişimi anlatması açısından ince bir buluş.
Kaplanoğlu’nun kafasında tasarladığı görsel anlatıma bir başka örnek de, dikkatli bir göz tarafından algılanabilen ve birbiriyle bağlantısız mekanlarda çekilen planların bir anlam bütünlüğü oluşturacak şekilde kurgulanması ki, bu kurgunun bilgisayar başında değil, kesinlikle daha film proje aşamasındayken yapıldığı net bir şekilde belli oluyor.
Çoğu filmden alışmakta olduğumuz şu güzel görüntüler konusuna da değinmeden geçmeyelim. Güzel manzaraların, harika fotoğrafların kendine yer bulduğu bir film olan Süt, bunları seyirciyi görsel tuzağa düşürmekten öte, ışık ve gölge öğelerini gerek estetik açıdan gerekse anlatıma yoğunlaşma açısından ön plana çıkararak kullanıyor. Bir diğer dikkat çekici olay da, olayların geçtiği mekanları, önce genel planda ya da pan yaparak göstermek yerine oyuncularını aktardığı planların fonunda parça parça göstererek veriyor ve fondaki, çekimi her şeyiyle mükemmel planlanmış mekanı, seyircinin kafasında bütünleştirmesine izin veriyor.
Ana-oğulun yaşadığı evin çekimlerinde de tuhaf bir durum göze çarpıyor filmi izlerken. Bazı planlarda ev, çok katlı ve büyük apartmanların yanında zavallı bir gecekondu olarak verilirken, bazı planlarda, bahçe içerisinde bir kasaba evi gibi sunuluyor. Büyük şehre yönelik aidiyet-sizlik duygusunun böylesine verilebilmesine tanık olmak bile bu filmin sıkılmadan seyredilmesine değecek bir olay. Film içerisine serpiştirilen bir başka mini temayı da bir bulmaca parçası olarak verip üstünkörü geçiştirelim: açık bırakılan kapılar.
Film süresince algıladığınız ne varsa kafanızda bütünleşip belli yorumlar yapmanıza neden olsa da, asıl iş film bittikten sonra başlıyor. Sinemadan çıktığınızda yorumlar yorumları kovalıyor, her bir yorum, daha önceki sahne ya da planların hatırlanmasıyla yeni anlamlar kazanıyor, önceden anlamlandıramadığınız bir çok olay yada görüntü iç içe geçerek bir bütün oluşturuyor.
Sonuç olarak Süt; yaşamda önemli olana gelecek zararın tedirginliği, sürekli merakta tutan, ne olacağı belirsizliğe dönüşen merakı, elden gitmekte olana içten içe duyulan telaş, resmen bir gerilime dönüştürülen takip sahnesi ve finalinde geçilen müthiş görsel son gibi daha sayılabilecek "sayısız" nedenden dolayı seyredilmesi gereken bir film. Ve kesinlikle, sıkıcı, bunaltıcı, bayıltıcı gibi sıfatları hak etmiyor. Her anı bombardıman gibi devinimi yüksek filmlerden bir an olsun uzaklaşıp, dingin bir kıyı kasabasında akşam sofranızda beyaz peynir ve kavuna eşlik eden buzlu bardaktan alınan bir yudum rakıyı, günbatımındaki uçsuz bucaksız deniz görüntüsünde yutarkenki keyfi yaşayabileceğiniz bir film Süt.
Kendinize bu keyfi yaşama hakkını tanıyın. En azından ülkemizden çıkmış ve uluslararası ortamda saygı gören, çağımızın önemli yönetmenleri arasına girmiş bir kişi olarak anılmaya başladığında "evet biliyorduk zaten, önceki filmlerini de izlemiştik" deme şansını da vermiş olursunuz kendinize.
|