Serdar Akbıyık - Gnctrkcll - 10.2008
İçmesi zor ama bir okadar da lezzetli bir Süt
Yönetmen filmi ve gişe filmi tartışmasını en alevlendiren üretimleri yapan sinemacımız Semih Kaplanoğlu son filmi Süt ile yine kamuoyunu bu anlamda meşgul edecek. Sinema eleştirmenlerinin çok beğendiği ama izleyicinin zorlanacağı klasik Kaplanoğlu sinemasının örneği olan Süt ait olduğu üçlemenin ikinci ayağı. Yumurta, Süt ve Bal filmlerinin oluşturduğu üçleme aslında Kaplanoğlu'nun özgeçmişinden izler taşıyor. Bu önemli sinemacımızın ayrıksı üretimlerini, onun sinema dilini besleyen geçmişini ve sinemaya bakış açısını tartıştık.
Süt'ün Yumurta'nın öncesi olduğunu biliyoruz… Neden böyle bir hikayeyi, taşradan ilham alarak ve zamanla oynayarak çekmeye karar verdiniz?
Önce Süt'ün senaryosunu yazdım. Sonra bu çocuğun 40 yaşı nasıl olurdu, ruh hali, geçmişe bakışı falan diye meraklanmaya başladım. Yani Süt'ü yazdıktan sonra hayat hikayesini merak ettim. Sonra Yumurta üzerine çalışmaya başladım. Yumurta'yı yazarken üçleme yapma fikri geldi aklıma. Çocukluğunu ele alan bir bağ projesi olsun istedim. Öte yandan son on senedir Türkiye'nin taşrasında büyük bir değişim var. Bu değişim ailede başlıyor. Kadınların reaksiyonları, ataerkil yapının oynamasına neden oluyor. Erkekliğin tanımı, erkek olmak, modern olmak, anne çocuk ilişkileri bunların hepsi sanat için. Ben de bu alanın çok verimli olduğunu fark ettim. Aslında bunu çok gündelik hayatımızla değil, bireylerin iç dünyalarına nasıl yansıdığını algılamaya çalışarak bu üçlemeyi yapmaya çalıştım.
Doğu'daki değişimden söz ettiniz. Ama yönetmenler doğuya pek yönelmiyorlar. Bir şeyler anlatmak istediklerinde seçtikleri yer batı oluyor. Neden sizce?
Benim çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yer Tire. Ve ben orayı çok iyi biliyorum. Bu anlamda daha iyi bildiğim yeri anlatmak daha kolay. Ama ben Güney Doğu'ya ya da İç Anadolu'ya da gidip zaman geçiriyorum, konuşuyorum insanlarla. Oraya gitmek ve o çerçeve üzerinde çalışmak bana dürüst gelmiyor. Çünkü oralı değilim, orayı bilmiyorum. Bu yüzden de orayla ilgili bir çalışma yaptığımda oryantalist bir bakışa kurban olabilirim, öyle bir kaygım var. O yüzden o bölgelerdeki duruma bakıp, bir parça kendi bildiğim bölgeye taşıyorum, kaldı ki orada da benzer bir süreç yaşanıyor. Tabii insan ilişkileri, gelenekler biraz daha farklı. Ama beslendiğim şey tüm Türkiye içindedir.
Şehirdeki değişim daha hızlıdır kasabalara göre. Süt'te 80'ler havası var sanki. Kasaba sanki hala orada kalmış gibi. Bu değişmemeyi, zamanın yavaşlığını biraz anlatabilir misiniz?
Bu hedeflediğim bir şeydi. Film şimdiki zamanın içinde geçmiş zamanı anlatıyor gibi olmasın istedim. Çünkü geçmiş bizimle yaşıyor zaten hala, o anlamda mekan çalışması vs. oluşturdum. Kaldı ki kasabalarda bu tarz alanlar mevcut. Bir bakıyorsunuz eski bir şey, yanında yeni binalar fabrikalar. İnsan oradan taşınıp oraya geçiyor. Mesela boşalmış mahalleler var. Güzelim evler, küçük evler belki konforlu değil ama terk edilip apartmanlara geçiyor insanlar.
Filminizde şiir çok önemli bir yer tutuyor. Kasabadaki çocuğun ilk şiirini mektupla gönderip bir dergide yayınlatması günümüzde, şehirlerde pek de yaşanmayan heyecanlar artık.
Ben yakından takip ettiğim için biliyorum, şu an Türkiye'de çıkan şiir dergilerinin yüzde doksanı Anadolu'da çıkıyor. Erzincan'da, Trabzon'da çıkıyor ve bunlar acayip okunuyor. İstanbul için bunlar miladını doldurdu. İç Anadolu'ya geçmiş, orada devam eden bir gelenek gibi. Genç şairler var, onlar şiir yazıyor ve yayınlanıyor. Bundan acayip heyecan duyuyorlar. Bende 80'lerde şiir yayınlamış biri olarak bunu görebiliyorum.
Yumurta'nın kendine has bir dili var. Süt'te onun devamı. Aynı dil devam ediyor ama etmesine rağmen sinema dilinde bir çarpıcılık var. Bu saptamam doğru mu? Veya burada bilerek böyle bir duygu mu kazandırdınız?
Her filmde yeni bir takım anlatım meseleleri ortaya çıkıyor. Daha etkili, daha vurucu nasıl olabilir. Taşrada olduğunuz için hayvanlarla ilişkiniz çok farklı. Yılanlar var, inekler var. Onlarla yaşayıp gidiyorsunuz. Onların hayatında bir hikaye unsuru olarak varlar. Bunları devreye nasıl sokabilirim, bunların üzerinden nasıl anlatabilirim gibi kaygılar ortaya çıkıyor. Sinemanın dilini daha nasıl farklı bir yere taşıyabilirim diye düşünüyorum. Sanırım kendime özgü bir alan yaratmaya başladım. Bunu daha nasıl zenginleştirebilirim diye düşünüyorum.
Çocuktaki o kasabalı anlayışı askere giden insanları görüp kendi kaderine kızması. O taşralı inadı filmde birçok yerde var.
Çocuk 18-19 yaşında, üniversiteye girememiş, ne yapacağını bilmiyor. İnekleri var süt satıyor ama giderek tükeniyor bu. Peynir yapıyorlar ama artık insanlar almıyor. Ben Tire pazarında dolaşıyorum peynir tezgâhlarında bile paket peynirler var. Bu tabii gelecekle ilgili kaygıları getiriyor. Bu çocuk askere gitmek istiyor ama sarası var almıyorlar askere. Annesinin başka bir adamla evlenme meselesi ortaya çıkınca kendi erkekliği baskın çıkıyor. Biz ne olacağız diye düşünüp çok öfkeleniyor. Şiir falan gibi şeylerle boşluğunu doldurmaya çalışsa da annesinin başka bir adamla evleneceğini onaylamak, bütün bunlar onun ataerkilliğiyle çakışıyor. Aynı zamanda entelektüel bir kişilik, şiir yazıyor. Bunların hepsi bütün erkeklerin gençliğe geçişte yaşadığı benzer şeyler. Orada insan hatta ben erkek miyim değil miyim, kızlarla ilişki kuramıyorum ne olacak gibi şeyleri sorgulayabilir. Askere de gidemiyor, orada çok önemli askere gitmek. Bütün arkadaşları gidiyor.
Festivallere baktığımızda diğer filmlerin üretiminde biraz popülerliğe yakınlaşma olduğunu düşünüyorum. Bu saptama doğru mudur ve bu acaba Türk sinemasının üretim çoğunluğundan ortaya çıkan bir birleşmemidir?
Bu anlamda bir tanımlama yapamıyorum ama yoğun üretim var. Bu üretim içinde farklı kulvarlarda farklı filmler var. Hem estetik hem de mesele olarak. Ben açıkçası kendi izlemekte olduğum yolumdan taviz verme hissinde değilim. Üretebildiğim kadar, bunun finansını bulabildiğim sürece bu şekilde yapmaya devam edeceğim. Çünkü Yumurta'nın seyirci sayısı, DVD satışı ve dünya genelindeki dağıtımından ben çok memnunum. Film hala dolaşımda, hala alınıp satılıyor. Arkadan Süt'te geliyor. O yüzden daha fazla seyirciye gitmek o anlamda bir popülarizm uygulamak gibi bir derdim yok açıkçası. Ben böyle devam edeceğim.
İlk filmleriniz bu üçleyemeye göre daha farklıydı. Bunun sebebi nedir? Bu dönüşüm nasıl oldu sizde?
Aslında ilk filmi yaptığınız andan itibaren içine o kadar çok şey koymaya çalışıyorsunuz ki, size ait olmayan daha parçalı bir yapı oluyor. Yaptıkça ne yapmak istediğinizi de daha iyi anlamaya başlıyorsunuz. Bu iki türlü de olabilir. Daha kitleye dönük olabilir. Bende istiyorum filmlerime çok seyirci gelsin, ilgi olsun diye ama bunun maalesef bir kodlaması var. Bir dilleştirme hali var. İnsanlar çok fazla zaman harcamak istemiyorlar, kafa yormak istemiyorlar v.s… Ya o dilin içinde olmak gerekiyor ya da yeni bir dil oluşturmak gerekiyor. Ben popüler kodlarla çok fazla şey yapabileceğimi düşünmüyorum. O dili sevmiyorum, anlatmak istemiyorum. Bu yüzden beni heyecanlandıran işin bu kısmı bunu da yapabildiğim sürece yapacağım.
|