Yıldız Ramazanoğlu - www.timeturk.com - 09.02.2009
Süt ile Şiirin Perdeleri
Perde açıldığında her zamanki gibi önce gelecek haftanın filmleri tanıtıldı.
Kadrinin Götürdüğü Yere Git ve Ayakta Kal.
Gazze ile incinmiş gönüllerimizin tanıtım fragmanlarını bile kaldırması mümkün değildi. Bacaklar, çıplak bedenler, müptezel hareketler ve daha bir yığın bayağılık. Neyse ki bütün bunlara rağmen Türk sinemasında iyi şeyler de
oluyor.
Süt başladığında zihnimiz hızla yüksek bir yere doğru çekildi açıkçası. Sakin bir kasaba görüntüsü. Eski bir kağıda not alan ayağı lastik çizmeli orta yaşı geçmiş bir adam. Horoz sesi. Bir kasabanın kırsalındayız belli ki.
Filmin çok boyutlu bir okuması yapılabilir. Modernliğin eleştirisi, kapitalist düzene karşı yerel üretimin öne çıkması, kadın meselesi açısından alttan alta asla altı çizilmeden ama incelikle açığa çıkan kırılma noktası, yeni bir kadının
toplumun içine geliş sancıları, taşranın daha heyecan verici olarak görülen metropollere ve yeni yaşantılara açılma süreci.
Fakat beni en çok etkileyen şey şimdiki zamanın şiirini yazan kasabalı Yusuf'un şiirinin izini sürmek oldu. Burada Melih Selçuk çok iyi bir oyun çıkarıyor evet, ama yönetmenin onun içinden Yusuf'u çekip çıkarması da büyük bir ustalık ve ruh gücüne işaret ediyor.
Yusuf'un ilk göründüğü an şiirli bir ortam. Tam da bir kızla iletişim kuramama hali. Belli ki ayrı dünyalardalar ve bir de şiirle gelen ruh halinin, tutkuların gerçek hayattaki karşılığıyla olan bağı zayıflatması söz konusu. Sıradan
yeknesak bir yaşam birden içinden şiir mucizesinin süzüldüğü büyülü ve esrarlı bir hayata dönüşüyor. Şiir bir imkan olarak varoluşu derinleştiren bir damara dönüşmüş.
Meleğin Düşüşü ve Yumurta'dan sonra üçüncü kez Semih Kaplanoğlu'nun titizlikle kurduğu dünyaya, kamera nereye konmuş, o muhteşem açılar nasıl elde edilmiş ve ışık nasıl kullanılmış gibi meraklarımı bir yana bırakıp yine kaptırmıştım kendimi. Nesnelerin de insanlar kadar önemli olduğunu söylediği, gerçekten de her nesnenin neredeyse dile gelip konuştuğu Süt filmine. Zaten yönetmen Dergah edebiyat dergisine verdiği bir mülakatta senaryo ve öykü
anlatan değil ruha bakan bir yönetmenim diye açıklıyor bunu(Ocak 2008).
Yine müzik yok. Ama hayatın kendi müziği biraz dinleyince kulağımıza geliyor.
Yusuf Yumurta'daki şairin ilk gençliği. Liseyi bitirip üniversiteyi kazanamamış bir kasaba gencinin şiir yazarak herşeyin üzerine çıkma yenilmeme azmini temsil ediyor. Kaplanoğlu, Dünyabizim sitesinde Mustafa Büyükcoşkun'a verdiği bir mülakatta, gençliği, bütün rüzgarların içeri girdiği camları kırık bir eve benzetiyor. Film boyunca içinde birikenleri nasıl dışa vuracağını bilemeyen, üzgünlük halet-i ruhiyesinin içinde yol alan Yusuf'un içinin neredeyse dışlaşmasını izliyoruz.
Şiirini öğretmenine verdiği sahne çok önemli. Mahreminizi, onurunuzu, muhayyilenizi, belki büyük açıklamanızı içeren dizelerle dolu bir kağıdı, bu büyük emaneti güvenle kime uzatabilirsiniz. Şiirini karşılayan öğretmenin bezgin, seçici,
zor beğenen, hatta ilgisiz tavrı hiç de yabancısı olmadığımız bir durumdur. Şiirin karşılığı tam da budur gerçek hayatta. Hayatla aynı andadır aslında filmdeki her
şey, tabii anlar ustaca parlatılarak, üzerinden acıtarak geçilmek suretiyle.
Şiir yazan herkes bu soğuk karşılamaları çok iyi bilir.
Yusuf'un odasının anlatımı filmin en akılda kalan karelerinden bana göre. Daktilo ile yazıyor. Bir eski zaman şairi sanki. Duvarda yazarların siyah beyaz resimleri. Ama kimbilir belki de sadece on yıl öncesi. Yaşam bu kadar hızlı. Odasının atmosferi son derece bilindik bir havada. Loş ve kitap dolu. Özellikle gözümüze görünür kılınan kitap Braudel'in Uygarlıklar Grameri nedense.
Kasabalı bir gencin büyük şehirde çıkan bir dergiye şiirini yollaması ve sonra da büyük bekleyişin başlaması Ptt'deki diyalogdan daha güzel ifade edilemezdi. Özellikle de az biraz bu işlere bulaşmış bir seyircinin anında özdeşim
kurması kaçınılmaz. Sahnelerin çoğu son derece doğal kurgulanmışsa da yine de olağan dışı sanki. Sürekli bir yoğunluk var ve bunu veren de ruhun gezinmelerini kalbin atışlarını neredeyse işittirmesi yönetmenin.
Annesi eve gelen dergiyi çıkarıp verdiğinde, yayınlanan şiirinin sayfasını gördüğünde, Yusuf'un dışarı çıkıp var gücüyle koşması, işte bu filmin ana sahnesi. Bu film bu sahne için yapılmış olabilir hissi uyandı bende. Bir dergide
şiirinin çıkması, birilerinin onu görmesi, duyarlılıklarına karşılık verilmesi, mısralarının yankılanması, varoluşunun kuvvetle öteki bilinçlerde parlaması, budur onu koşturan, daha ne olsun. Arkası dönük koşarken, yeni doğan bir
bebek gibi acı ve sevinçle ağladığını, ciğerlerinin açıldığını, hayat bulduğunu, şiir damarlarının genişlediğini, kemiklerinin büyüme ağrısıyla çatırdadığını hissederiz.
Filmin tek müziği bir ara kulağımıza çalınan Birgün Belki Hayattan şarkısı...
Şiiri yayınlayan derginin adı ise Düşler. Burada birçok şeyin sembolik olduğu çok açık. Bütün isimler özenle seçilmiş. Yusuf da başka bir açıdan zindanı sonra kurtuluşu imliyor sanki. Şiirle çıkılabiliyor modern zamanların kuşatmasından.
Anneyi oynayan Başak Köklükaya'nın da hakkını teslim etmek lazım. Tam bir süt sağan peynir yapan ve bunu pazarda satarak hayatını kazanan eski ama yeni bir özne, şimdiki zamanın bir adım ötesinin kadınıydı gerçekten.
Sütün elde edilmesinde ve peynire dönüşmesindeki doğallıkla şiirin bu hayatın içinden çıkışı birbirine benziyor. Evlenme noktasında da sütçü kadın güçsüzlüğün yoksulluğun değil de bir can yoldaşı ihtiyacının itkisiyle yola çıktı.
Son yıllarda gördüğüm en dikkate değer kadın tiplemesi. Kasabada peynirlerinin satışı bittikten sonra motorsikletine atlayıp evine doğru yola çıkması afallatıyor biraz, ama bu şaşkınlık hemen geçiyor ve işte bu ! dedirtiyor insana.
Yusuf'un inşaatta başında kask yüzünde karalarla işçilik yapan arkadaşına süt getirişi, onun da buna karşılık cebinden bir şiir çıkarıp verişi olağanüstü güzel. Süte onun kadar temiz ve süzülmüş ne ile karşılık verilebilirdi ki o anda. Bunu daktilo edip Oluşum dergisine yollar mısın demesi mahcubiyet içinde. Oluşum dergisinin adının çağrıştırdığı haller ise izleyiciye kalmış. Şiir yazarak oluşmaya çalışan bir gencin etkileyici duruşu. Bir de burada şairlerin dayanışması çok önemli.
Bir gece vaktinin ıssızlığında elektrik direğinin altında birbirlerine sarılan ana oğulun üzerine düşen dolunay sahnesi ise sanat yönetiminin zirve yaptığı bir an.
Sırrını çözemediğim şeylerden biri de Yusuf'un bir kitabevinde tanıştığı şiir yazan kızın hiçbir şiiri tamamlayamaması. Böyle birçok küçük gizemler, sırlar da var filmde.
Sütle arınmak, ruhun yıkanması hepimize iyi gelecek. Bu şöleni kaçırmamak lazım.
|