23/04/2008
Belgesellik kaygısıyla beslenmiş otobiyografik bir yöntem
Jacgues Mandelbaum /Le Monde
Kendisi biraz geç başladığını düşündüğü yönetmenlik kariyerine başlamadan önce sanat ve sinema eleştirmeni olan Semih Kaplanoğlu şu anda 45 yaşında. Aynı zamanda arkadaşı olan meslektaşı Nuri Bilge Ceylan gibi Kaplanoğlu, eserinde oldukça güçlü otobiyografik öğelerle oynuyor. Bu, gelecekteki diğer iki ayağını, sinemacının alter egosunun gençlik yıllarını açığa çıkaracak olan Süt ve Bal’ın oluşturacağı bir üçlemenin ilk ayağı olan, Kaplanoğlu’nun bu üçüncü uzun metrajı için daha da doğru.
Yönetmen hiçbir şekilde, bir tür kendi kendini analız etmeyi akla getiren bu yaklaşımın mahremiyetini saklamıyor: ‘Olgunluklarında insanlar kendileri hakkında sorular sormaya başlarlar. Bu kişisel deneyim bana bu üçlemeyi bu sırayla çekme isteğini verdi. Hepimiz, şimdiki zamana içimizdeki geçmiş zamanı taşırız ve sinema psikanalizde olduğu gibi burada da bize zamanda geri gitmekte yardımcı olur.’
Bu kişisel boyut Yumurta’yı besliyor. Her şeyden önce, filmin çekilmiş olduğu şehir olan Tire. Ülkenin batısında, Ege kıyılarının iç taraflarında bulunan bu şehir, yönetmenin kendi babasının doğduğu yer. Kaplanoğlu, onun çok kültürlü mirasını, geleneklerinin zenginliğini hatırlatmayı seviyor: ‘Bu şehir, zamanında, şimdi göç etmiş olan önemli bir Yahudi cemaatinin yaşadığı, ama aynı zamanda şimdi Yumurta’da çekmiş olduğum bazı evlerin özel biçimlerinde olduğu gibi sadece birkaç izi kalmış olan çok güçlü bir tasavvuf etkisi görülen bir yerdi.’
Yönetmen aynı zamanda filminde başta kendi rolünü oynayan annesi olmak üzere çok sayıda profesyonel oyuncu olmayan kişiyi oynatıyor.
Tehdit altında olan veya yok olmuş olan bir geleneğe karşı duyulan bu belgesellik kaygısı, aldığı laik eğitime sahip çıkan bir sinemacıda kendi kişisel kimliğini sorunsal kılan bir arayışa işaret ediyor. Ama bu arayış, ister istemez, bugüne kadar Türkiye tarihini Batı ile Doğu, inanç ile laiklik arasında kurmuş olan, birbiriyle çelişen güçleri hedefliyor. İşte bu filmi bu denli heyecan verici kılan bu, mahrem ve kolektif olanın çok ince ve yabancı bir seyirci kitlesince hissedilmesi güç bir biçimde iç içe geçmişliğidir.
|