|
|
05/12/2007
EN YAKIN ŞAHİDİ İKİ GÖZ 'YUMURTA'YI ANLATIYOR
Leyla İpekçi /Radikal Cumartesi
Çekmeyi istediği filmi anlattığı gün, o anı gerçekten yaşamıştık birlikte. Görsel zekâsı güçlü biri değilimdir. Halbuki Semih baştan aşağı kocaman bir 'göz'dü. Hayatımızın en isabetli kararlarını ortada hiçbir şey yokken bile görebilen gözleri vardı
Semih'le dokuz yıl önce tanıştığımızda Radikal'de 'Karşılaşmalar' adlı çok sevilen bir köşesi vardı. Resimle ve şiirle olan ilişkisinin görünür görünmez boyutları yazılarına yansıyordu zaten. Ama bana çekeceği filmin hikâyesini görsel ayrıntılardan, atmosferden, renklerden, oyuncunun yüzüne düşen ışıktan, yazmaya çalıştığı karakterdeki ruh değişimlerinden bahsederek anlattığında, filminin temalarını ancak bu verilerle geliştirebileceğini sezmiştim. Birçok başka şeyi anlamak içinse filme para aramakla geçirdiğimiz iki yıl sonrayı beklemem gerekecekti.
Çalışacağı her oyuncuyu, filmleri için kullanacağı her mekânı, on saniyelik bir karede sadece gözükme ihtimali bulunan kalabalık bir yeri, belki hiç gözükmeyecek ama orada varlığı olmazsa olmaz onlarca minik ayrıntıyı; velev ki bir ayna, bir çalarsaat veya toz zerresi olsun, herkesi ve her şeyi ne kadar uzun ve titiz araştırmalardan sonra seçtiğini gördükçe şunu fark edecektim: Semih baştan aşağı kocaman bir 'göz'dü. Ve hayatımızın en isabetli kararlarını ortada hiçbir şey yokken bile görebilecek gözleri vardı.
Bana çekmeyi istediği filmi anlattığı gün, o anı gerçekten yaşamıştık birlikte. Görsel zekâsı güçlü biri değilimdir. Bana hakikatin kapıları hep kelimelerle açılır. Halbuki Semih balkondan uzaklara bakarken bir beyazperdede göstermişti bana o filmi. Kendi dünyasını kurabilen ve hayal edilmeyen bir şeyin 'gerçekliğinin eksik kaldığını' içinden bilen biriydi. Ona inanmıştım.
İlk filmin çekimleri başlamadan Radikal'de yazmayı bıraktı. Reklam yönetmenliğini de, dergilere yazdığı sanat eleştirilerini de, kimisi yayımlanmış şiirlerini ve birçok başka şeyi de -mesela sigara- bıraktı. Kendini tümüyle sinemaya vermek istiyor, bunun getireceği tüm ekonomik zorluklara katlanmayı göze alıyordu. Bağımsız kalabilmek kolay olmadı. Kendi filmlerimizin yapımcılığını, bir yandan da ortak yaşantımızdaki sorumlulukları üstlenebilmek için maddi imkânları hep yine 'sinema'nın içinde bulmaya çalıştık.
Zor, yıkıcı, yıpratıcı dönemlerimiz oldu. Ama özellikle ikinci filmimiz 'Meleğin Düşüşü', dünyanın hemen her kıtasında 34 festivale seçilip 17 ödül aldığında, artık çeşitli yabancı senaryo ve post prodüksiyon yarışmalarına katılmayı, oralardan minik minik fonlar kazanmayı, yapım ortaklıkları için uluslararası buluşmalara davet edilerek yabancı yapımcılar edinmeyi başaracak hale gelecektik. Aramıza bize inanmış birbirinden kıymetli genç arkadaşlar katıldı. Senaryo yazarken bir süre sonra artık benimle değil daha çok Orçun Köksal'la itişiyor, yabancılarla ilişkileri, maddi düzenlemeleri (ki hayatımızın çoğunu bu tür yapımcılık işleri alıyor) Rüya Arabacı'yla, Hande Güneri'yle, Aslı Filiz'le yürütüyordu.
Özellikle 'Yumurta'yı çekerken şunu çok net anladım: En başından beri Semih'i ilgilendiren, zaman içinde yeni bir zaman kurabilmek ve o anın gerçekliğine kendi mecazını katabilmekti. Her seferinde daha farklı ifade biçimleri denediği filmlerinde giderek bu niyeti daha saflaşıyor, yalınlaşıyor sanırım. Sanatçı belki hep aynı şeyi anlatmalı, ama bir şeyi anlatabilmenin sonsuz çeşitliliğine ulaşmayı istemeli. Metaforların gücünden, üslupların farklılığından zevk almalı. Belki de kıyısız bir okyanusa çağırmalı karşısındakini. İşte geçen yıl Tire'ye, 'Yumurta'nın setine ilk gittiğimde tam da bunu görecektim. Evet, yine bir Semih Kaplanoğlu filmiydi her şeyiyle. Ama bir o kadar da bir ilk filmdi. Yine.
Orada bir hayat yaşanıyordu
Filmin çekimleri başlayalı bir ay olmuştu. Yarısından biraz fazlası bitmiş gibiydi. Ilık sonbahar günlerinden biriydi. Salı günleri kurulan meşhur Tire pazarından geçmek durumunda kalmıştım, zira tüm ana ve ara sokaklar 'pazar' oluyordu salı günleri. 'Yumurta'da unutulmaz bir yürüme sahnesine imza atan Semih'in annesi, benim deyişimle 'annemiz' Semra Kaplanoğlu'nun Ege pazarlarından bize -İstanbul'a- koli koli yolladığı yeşillikler arasında ilerliyordum. Narın en dirisini, cevizleri, taze arapsaçı ve börülce demetlerini, mandalinanın en sulusunu geçip, asma yapraklarının, sarmaşıkların arasından dolaşarak, çekimin yapıldığı eve vardım.
Orada bir hayat yaşanıyordu. Ayla (Saadet Işıl Aksoy) mutfağa girmiş börek yapıyor, Yusuf (Nejat İşler) arabasını park etmiş içeri giriyordu. Yemek sofrası hazırdı ve şahane bir koku kaplamıştı ortalığı. Naz Erayda (Sanat yönetmeni) tıpkı Semih gibi, o kokuyu duymazsa sanki eli kolu bağlanacak, filmin gerçekliğine erişemeyecekti. Çekmecedeki rutubet kokulu çoraplarıyla, mutfaktaki baharat kavanozlarıyla, kurutulmuş eriştesiyle sahiden de uzun yıllardır sürmekte olduğunu sandığım evdeki bu yaşanmışlık, meğer sadece bir aydır devam etmekteymiş. Hem de gördüğüm tüm eşya ve ayrıntılara, içeride çalkanan ruhlara da çok uzun yıllar sonra kavuşalı ancak bir ay olmuşmuş. Aramıza 'Yumurta'yla birlikte katılan İmad Ağababa'ya senaryodaki her sahnenin görüntüsünü daha o evi döşemezden, hatta bulmazdan çok önce tek tek çizdirmişti Semih. Önce kâğıt üzerinde görmüştü demek yine.
Önceki filmlerde kamera asistanlığı yapan Özgür Eken'i 'Yumurta'da kendine görüntü yönetmeni olarak seçmekle isabetli davranmıştı Semih. Çünkü Özgür, reklam ve dizi çektiği günlerden beri birlikte çalıştığı Semih'in ne istediğini ve aslında neyi istemediğini çok iyi biliyordu. Birbirlerine duydukları güven tamdı. Semih'in ışığı nasıl kullanmak istediği, yapay ışıktan her fırsatta nasıl kaçındığı veya karanlıkla olan ilişkisi Özgür'ün kamerasından yansırken, sanki kendi debisine kavuşmuş su gibi akmaya başlamıştı görüntüler. Bunu elbette yalnız ben söylüyorum. Semih film bitene dek hiçbir şeyden emin olmaz, hiçbir şeye oldu demez, bir sabır taşı kesilir ve kendi soru işaretlerinden asla vazgeçmez. Baştan aşağı 'tek adam'dır.
Oyuncularından oynamalarını ve bir role bürünmelerini de hiç istemez. Sadece kendi olmalarını bekler. Başta bunu anlamak kimileri için kolay olur, kimileri için daha zordur. Nejat bu açıdan olağanüstü başarılıydı. Hiçbir biçimde rol yapmıyordu. Kendindeki Yusuf'u ortaya çıkarıyordu sadece. Belki şunu anlamıştı: Hepimiz içimizde sonsuz değişim ve sayısız niteliğe bürünme imkânı barındırıyoruz. Çünkü başkasını anlayabilmek, kendimizi bir başkasında yeniden ve defalarca yaratabilmek gibi bir özelliğimiz var. Hepimiz başkasıyla başkasıyız. Oyuncu için, aslında tüm sanatçılar için eşsiz bir esin gizli bu bakışta sanırım.
Semih'in setinde oyuncular kendi benliklerinin sayısız provasını yapabiliyorlar. Semih bu kıvamı bulana dek epey gerginlik yaratıyor, beğenip beğenmediğini anlamak mümkün olmuyor. Oyuncuların kendi kontrolü dışına çıkmasına asla izin vermiyor. Yani her birinden yaratılış niteliklerine uygun olarak kendi beklentisine cevap vermesini istiyor. Son derece kişisel bir şey bu ve temelinde oyuncunun yönetmene kendini tamamen bırakabilmesini gerektiriyor. Yani: Güven duymayı. İşte bu yüzden 'Meleğin Düşüşü'ndeki Tülin Özen de, 'Yumurta'daki Nejat ile Saadet de basit gibi duran çok zor rollerin üstesinden başarıyla geldiler bence. Güven ve mesafelilik Semih'in setinin anahtar kelimelerindendir.
Hikâyeyi ilerleyen bir olay kurgusuyla anlatmıyor Semih. İzleyiciyi bir hal üzerinde tutmaya çalışıyor. 'Yumurta'daki en can alıcı sahnelerden birinde şu diyalog yaşanıyor sadece: "Annem ne için adak adamıştı sen biliyor musun? Hayır." En büyük aksiyon sahnelerinden birinde ise daldan bir nar koparılıyor mesela. Ama bunların anlamsızca yapıldığı sanılmasın. Veya bugünün en geçerli yöntemlerinden biri olan 'serbest çağrışım' tekniklerinden Semih'in medet umduğu hiç sanılmasın.
Her bir karenin ve bu karelerdeki belli belirsiz bir ifadenin filmin dramatik unsuruna katkısı var. Onu çıkardığınızda -mesela üst üste içilen birkaç bardak su- filmin en önemli meselesi sinemanın diline çevrilmemiş, yeterince dile gelmemiş olabiliyor. Bu yüzden bir türlü bitmiyor çekimler. Uzuyor. Hayatın normal akışı bu olup çıktığı için, bitirmek gibi bir derdi kalmıyor kimsenin. 'Yumurta'nın zamanı hepimizi sürdürüyor. Semih'in filmlerinin çatısını oluşturan 'gündelik hayatın metafiziği' bu olsa gerek. O bunu çok öncelerden beri biliyordu. İç perdelerine düşürmüştü buğulu görüntüsünü. Biz ise şimdi seyrediyorduk.
İşitmek için susmak gerek
Oyuncuları hangi açıdan göreceğimiz de filmin dramatik yapısının bir parçasıdır. Mesela 'Yumurta'da insanlar kadrajın dışına bakıyorlar genellikle. Ve bunun bütünlük estetiğinden asla koparılamaz bir anlamı var. İzleyici bunları keşfetsin istiyor Semih. Kendilerini filme katmalarını, o anın sonsuzluğuna kendi meşreplerince dahil olmalarını istiyor. Sanki aynı yolculuğa ayrı ayrı kanat çırparak eşlik etmemizi istiyor bizden. Kendi senaryomuzla. Uyuşuk izleyiciler de filmdeki çeşitli katmanlara dağılmış ipuçlarını, kendilerini filme katma arzusu oranında yakalayabilirler. Son derece düz gibi görünen bir sahnede aslında ne olduğunu, sadece duyduğunuz şevkle orantılı olarak anlayabilirsiniz bazen. Bir puzzle'ı tamamlamak, daha doğrusu tamamlamayı arzulamak gibi.
'Yumurta'nın montajında ekibe Ayhan Ergürsel de katılmıştı. Şöyle düşünüyordum. Bir ses var, onu bazen duyuyor, bazen duymuyorsunuz. Ama biliyorsunuz ki orada. Sizde. İşitmek için susmanız, susturmanız gerek. Asıl yapmanız gereken belli bir ahenk içerisinde bir sahneden diğerine devşirilmiş zamanın sihrini yansıtmak olmalı. Bu yüzden Semih'in filmlerinde montaj yaparken peşinden gideceğiniz şey asla öykünün ilerleyişi değil. Bir iç izlek var, onu takip etmeniz gerekiyor. Ve ilerledikçe görüyorsunuz: Senaryo ne kadar da ölü bir metinmiş. Asıl, o üç boyutlu gerçekliği belli bir ritim ile yeniden hayal etmekmiş bize düşen. Öğreniyoruz birlikte. Tıpkı 'Yumurta'nın bizi davet ettiği o 'vaat edilmiş' zaman gibi, usul usul. Hande de öğreniyor, Orçun da.
Bir yandan Aslı, 'Bal'ın yapım ortaklığı için seçilen projemizi sunmaya çeşitli ülkelere gidiyor. Rüya, 'Süt'ün bütçe ve hukuk işlemleriyle uğraşıyor. Dağıtım, televizyon satışları, yeni ortaklar, yurtdışı gösterimleri, DVD hakları vesaire. Filmden aldığımızı filme koyuyoruz. Birlikte büyüyoruz. Semih'le çıktığım en uzun yolculuk bu. Geniş zamanlı 'karşılaşma'.
|