|
|
11/2007
HERKES KENDİ TAŞRASINA BİR BAKSIN!
Olkan Özyurt /Sinema Dergisi
Semih Kaplanoğlu "Herkes Kendi Evinde" ve "Meleğin Düşüşü"nden sonra taşralı bir şairin annesiyle ilişkisini konu alan "Yusuf" adını verdiği bir üçlemeyle karşımıza çıkacak. Dünya festivallerinde aldığı iyi tepkilerle dikkat çeken, üçlemenin ilk filmi "YUMURTA", bu ay gösterimde.
Sinemamızda üçleme serilere zaman zaman rastlıyoruz; ama Semih Kaplanoğlu'nun çekmek üzere yola çıktığı 'Yusuf' üçlemesi gibi, önceden bu kadar iyi planlanmış olanına pek rastlamadık doğrusu. Planlı, programlı diyoruz çünkü bir film çekilip tamamlandıktan hemen sonra, diğer filmin çekimlerine geçilmek üzere kurgulanmış bir 'iş takvimi' söz konusu. Kaplanoğlu, geçen yıl "Yumurta" ile başladı üçlemeye. Bu filmin seyirciyle buluştuğu şu sıralardaysa üçlemenin ikinci halkası olacak "Süt"ü çekiyor. Her şey yolunda giderse "Süt" gösterimdeyken de "Bal"ın çekimlerine başlayacak. Kaplanoğlu'nun böyle uzun bir sürecin içine dalmasının sebebi, biraz da film yapım koşulları. Kaynak bulması kolay olmayan bağımsız bir sinemacı olarak serinin her filminin diğerine referans olmasını istiyor. Görünüşe bakılırsa bu plan şimdiye kadar umduğu sonuçları vermiş.
Yönetmenin, yıllar önce yazdığı bir proje olan ve taşradaki bir şairin hikâyesini anlatan "Aydınlık Gün" filminin senaryosunu yeniden okumasıyla başlamış 'Yusuf' üçlemesinin serüveni. Kaplanoğlu, şairin o anını, gençliğini ve çocukluğunu ayrı hikayeler olarak görmek istemiş perdede. Bu üç filmde baş kahramanı Yusuf'un annesiyle olan ilişkisini anlatmak niyetinde esas olarak. "Yumurta"da Yusuf'un annesini kaybetmesi üzerine doğup büyüdüğü kasabaya dönüşünü izleyeceğiz; "Süt" 17-18, "Bal" ise 6-7 yaşlarındaki halini anlatacak aynı karakterin. Zaman değişmeyecek (bütün filmler günümüzde geçecek) fakat her film farklı bir bölgede çekilecek.
Üçlemeye Nejat İşler, Saadet Işıl Aksoy, Tülin Özen, Gülçin Santırcıoğlu, Kaan Karabacak ve Ufuk Bayraktar'ın rol aldığı "Yumurta"yla başlayan Kaplanoğlu, ilk filmin festivallerdeki başarısı ve aldığı olumlu eleştirilerden güç alarak devam ediyor yoluna. Dünya prömiyeri bu yılki Cannes Film Festivali'nde yapılan "Yumurta" daha sonra Karlovy Vary, Saraybosna ve Polonya Era New Horizons festivallerini dolaştı ve hepsinde çok iyi tepkiler aldı. Ayrıca, geçtiğimiz günlerde Avrupa Film Akademisi tarafından da en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi oyuncu, en iyi görüntü yönetmeni başta olmak üzere tam 12 dalda Avrupa'nın en iyisi olmaya aday gösterildi. Başak Köklükaya'nın başrol oynadığı "Süt"ün Tire'deki çekimlerine bu moralle başlayan yönetmen, gitmeden hemen önce yaptığımız söyleşide Yusuf üçlemesi ve "Yumurta"yla ilgili sorularımızı yanıtladı.
İlk filminiz "Herkes Kendi Evinde", gitmek, beyin göçü, kuşaklar arası çatışma üzerine dönemin en iyi filmlerinden biriydi; ancak öykünün daha ön planda olduğu bir yapısı vardı ve tarz olarak da şimdi yaptığınız sinemadan farklı bir yerde duruyordu.
Aslında biraz, şunu da anlatayım bunu da anlatayım telaşı vardı ama bazı insanlar, "Herkes Kendi Evinde"yi daha çok seviyor. Ben biraz mesafeliyim filme. Benim için çok faydalı bir deneyim oldu tabii. 'Bu işin yapımcılığını kendi başıma yapabilir miyim?', sorusunu kendime net bir şekilde sormamıştım mesela. Bilge (Nuri Bilge Ceylan) ve Zeki'yle (Demirkubuz) konuşuyordum. Onların kendi deneyimleri bana cesaret veriyordu gerçi, ama o kadar parayı bulmak, dağıtımcı ayarlamak, insanları organize etmek, çok büyük bir iş gibi geliyordu. İlk filmimi çektikten sonra bütün bunları kendi kendime yapabileceğimi gördüm. O filmden yönetmen nasıl senaryoyu kendi yazmalıysa, filmini de kendi yapmalıdır sonucunu çıkardım, çünkü bunun nasıl yapıldığı görüp öğrenmiştim.
"Meleğin Düşüşü"nde farklı bir sinemayla karşımıza çıktınız. Arada yıllar var tabii. Bu farklılaşma nasıl gerçekleşti?
"Herkes Kendi Evinde" ne istediğimi de anlamamı sağladı. "Meleğin Düşüşü" benim için bir tür manifestodur. Minimal olmak, az ekiple çalışmak, doğal ışık kullanmak, oyuncularla çalışma prensibi, montajdaki çalışma biçimi, hikâye sinemasından uzaklaşmak gibi… Adını koymadığım fakat bir filmi nasıl yapmak istediğim konusunda netleştiğim bir filmdir "Meleğin Düşüşü".
Yusuf üçlemesi nasıl ortaya çıktı?
"Aydınlık Gün" diye bir projem vardı; taşradaki bir şair üzerine. Yıllar önce yazmıştım, fakat unutmuşum. Sonra tekrar elime aldığım zaman, beğendim projeyi. O şairin o anını, gençliğini, çocukluğunu görmek istedim. Üçleme fikri böyle çıktı. Orçun Köksal var. O hep benimle birliktedir; mekân bakarken, projeler üzerine düşünürken, oyuncuları denerken. Onunla başladık çalışmaya. Bir de modern zamanlarda bir şeye konsantre olmak çok zor. Eğer üçünü hazırlayıp bir takvime bağlarsak çekebiliriz ancak diye düşündük ve işe koyulduk.
Son yıllarda sinemamızda taşraya bir dönüş başladı. Sizin filminizde taşranın nasıl bir rolü var?
Biz yer değiştiren bir ülkede yaşıyoruz. Herkes doğduğu büyüdüğü yerden uzakta yaşamaya başlıyor; ve insanlar yaşadığı yere yabancılaşmış durumda, oraya bir türlü ait olamadığını hissediyor. Diğer taraftan da geldiği yere döndüğünde orada olamama, oranın zamanını kaçırma sorunu yaşıyor. Ben bu meseleye biraz zaman odaklı bakmak istedim. 'Bir insan annesinin ölümüyle evine, taşrasına döndüğünde o ev, o kasaba ne ifade eder?', 'Kendisi kendisine ne ifade eder?'. Bu soruları sordum. Hepimizin annesi var. Onunla kurduğumuz ilişki hayatla kurduğumuz ilk ilişkidir. 'Bu ilişkinin kaybı insanda nasıl bir duyguya neden olur?' Bu duygunun üzerine gitmek istedim ve o duyguyu açmaya çalıştım.
"Yumurta"da anne-oğul ilişkisi var, "Meleğin Düşüşü"nde de baba-kız ilişkisi vardı. İnsanların ebeveynlerle ilişkisi neden dikkatinizi çekiyor?
Hayatımızdaki temel noktaların aileyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Ailedeki meselelerin, çocuklar ve ebeveynler arasındaki ilişkilerin aslında hayatımızın merkezinde durduğunu, yaşarken bunu unuttuğumuzu düşünüyorum. Mutlulukların, iyiliklerin, sorunların altında o özet ilişkiler yatıyor bana göre. Bunun için aile, bundan sonraki çalışmalarımda da önemli ölçüde üzerinde duracağım bir nokta gibi geliyor.
"Yumurta"da Yusuf kendi taşrasına döndüğü zaman samimiyet ve doğallık buluyor. Fakat bir zamanlar reddettiği şeyleri yapmak zorunda da kalıyor; kurban kestirmek gibi...
Bu belki de filmin meselesi. Evet, Yusuf'u bir zamanlar yaşadığı taşra sarmalıyor. Ne kadar oradaki durumu reddetse de bir şekilde o reddettiği şeyleri yapıyor.
Bu çelişki "Süt"te ve "Bal"da da kendini gösterecek mi, yoksa tam da bu anlattığınız durumun kökenine mi ineceksiniz?
Kökenine doğru gidiş var aslında; ama bir taraftan da bu durum anlatılıyor. Aslında benim için 'Biz ne kadar kendi düşüncelerimiz ve inançlarımız doğrultusunda hareket edebiliriz?' sorusu da çok önemli. Çünkü taşrada bahsettiğin gibi büyük bir sıcaklık ve samimiyet var, ama diğer taraftan da seni bağlayan, kilitleyen, sıkıştıran bir şey var. Bu yerellikle de ilgilidir. 'Yapmak istediğimiz şeyleri ne kadar yapabiliyoruz, yaptıklarımızın ne kadarında samimiyiz?'. Bunlar ölümlerle, kayıplarla bir kere daha yaşanıp sorgulandığında belki kendi gerçeğimizi de görebiliriz.
Oyuncu seçiminde titiz olduğunuzu biliyoruz. Açıkçası popüler isimlerle çalışmayı tercih etmediğiniz biliniyor. Öyleyse Nejat İşler'le çalışmanızın sebebi nedir?
Ben Nejat'ın kuralsızlığını ve karakterini seviyorum. Onu çok eskiden tanıyorum, 'Şehnaz Tango'da birlikte çalışmıştık. Aslında Nejat, bence tam da benim aradığım adamdı. Oyunculuk konusunda klişeleri ve kuralları yok. Öyle olmasaydı çalışamazdık.
Tanınmış yüzlerle ve kuralcı oyuncularla çalışmaktan kaçınmanızın sebebi nedir? Oyuncularınızda ne arıyorsunuz?
Oyunculukta birtakım klişelere, tekniklere, yöntemlere inanmıyorum. Ben yazılan karakterle onu canlandıracak olan insanın bir ilişki kurması gerektiğine inanıyorum. O ilişkiyi kurabiliyorsa, o ilişki üzerine oyuncuyla birlikte bir şeyler bulmaya başlıyorsak birlikte çalışmaya devam ediyoruz. Mesela Nejat ve Saadet'le o ilişkiyi iyi kurduk. Senaryo yazılırken oturup konuşmaya başladık ve sonra yazdığım karakteri konuştuklarımıza göre şekillendirdim. Böyle bir süreç işliyor. Yoksa senaryoyu yazdık, kim oynasın diye bakmıyorum. Oyuncuların kendi hikâyeleri, zevkleri ve yaşam biçimlerinden yararlanıyorum. Bu yöntem, yazılan karakterin derinliğini ortaya çıkartmamızı sağlıyor. Oyuncuya da şöyle bir avantaj sağlıyor: O karakteri kendi içinde aramaya ve yaratmaya başlıyor. Bu önemli benim için. Bunun için o insanın, sana güvenmesi ve tamamen teslim olması gerekiyor. Mesela Nejat teslim oldu, bıraktı kendini; Saadet de öyle. Tülin (Özen) senaryonun bir sonraki aşamasını bile bilmeden oynadı "Meleğin Düşüşü"nde. Bana göre ancak böyle çalışırsak o gerçeklik duygusunu verebiliyoruz. O zaman oyuncuların filme katkısı çok yükseliyor.
Tiyatro eğitimi almış ya da çok filmde oynamış oyuncularla bu yöntemi kullanarak çalışamazsın; çünkü onlar buna inanmazlar, tekste inanırlar, oturup senaryodaki karaktere kafalarında hayat hikâyeleri yazarlar. Ben bu yöntemi sevmiyorum ve istemiyorum. Birtakım suni şeyler ortaya çıktığını düşünüyorum çünkü böyle. Bence insan kendi içine bakmalı ve o malzemeyi kendi içinden çıkartmalı. O malzeme yoksa çalışamayız, çünkü sahte oluyor.
Bresson, Tarkovski, Satyajit Ray ve Ozu etkilendiğiniz yönetmenler. Bunda sözkonusu yönetmenlerin sinema yapmak için verdikleri mücadelelerinin ne kadar rolü var?
Bu yönetmenlerin sinema dilleri sinemayı çok genişletmiş ve sanat haline getirmiş. Aynı zamanda sinemayı metafizik alanına çekip açmışlar. Yaptıkları bir türlü kahramanlık benim için. Büyük bir bağlılık ve sadakat duyuyorum onlara. Onların kuralları, ahlak anlayışları, çalışma biçimlerini dikkate alıyorum, ve bu kuralların etrafında film yapabilmeyi tercih ediyorum. Benim için vazgeçilmezler.
Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan'la dostluğunuz var? Buna karşılık hepinizin sineması birbirinden farklı. Sanatta bu tür gruplaşmalara sık rastlanıyor. Ne katıyor bu dostluk size?
Bu dostluk en başta yoğun sinema konuşmamızı ve derinleşmemizi sağlıyor. Bilgi ve deneyimlerimizi paylaşıyoruz; bu çok önemli. İkincisi de kendi filmlerimizi dürüstçe konuşabiliyoruz; bunu da önemsiyorum. Ama en önemlisi dostluk... Gerçi Zeki (Demirkubuz) Beşiktaşlı… (Gülüyor)
Yapım sürecinde yazdığınız senaryoyla nasıl bir ilişkiniz oluyor?
Ben uzun süren yazı ilişkisinin ya da düşünce yapısının sinemaya zarar verebileceğini düşünüyorum; çünkü yazıda sözcüklerle oluşturulan yapı, sinemaya çevrilmeye başladığında zorlanabiliyorsunuz; ya da şöyle söyleyeyim, o yazının niteliği ne kadar edebiyse sinemasal meseleye dönüşümü o kadar zorlaşmaya başlıyor. Öyle olunca sinemayla yazı ilişkisinde yazıyı hep ikinci plana attım.
"Süt" ne aşamada? Bu filmde kimlerle çalışacaksınız?
Başrolde Başak Köklükaya oynuyor. Tire'de çekeceğiz. Başlıyoruz bugün yarın.
|