12/2007
Sinemada büyülü gerçekçiliğin tanımı: Yumurta
Özkan Binol -Takvim
İzlerken hüznü ve büyüleyici bir atmosferi aynı anda yaşatan 'Yumurta', Türk Sineması'nın son yıllarındaki en önemli çalışmalarından birisi.
Eve dönüş
Şair Yusuf, annesinin ölüm haberini alır ve yıllardır uğramadığı kasabadaki çocukluk evine geri döner. Bakımsızlıktan harap düşmüş bir evde onu genç bir kız, Ayla beklemektedir. Yusuf beş yıldır annesi ile yaşayan bu uzak akrabadan habersizdir. Ayla'nın Yusuf'tan bir isteği vardır.
Zehra'nın ölmeden önce adadığı adağı, oğlu Yusuf yerine getirmelidir. Genç adam, taşra hayatının durağan ritmi, eski sevgili, dostlar ve hayaletlerle dolu mekanlar ve içini kaplayan suçluluk duygusu yüzünden karşı koyamaz.
Ve Ayla ile Yusuf üç-dört saat uzaklıktaki bir yatır türbesinde yapılacak kurban kesimi için yola çıkarlar.
Yönetmen Semih Kaplanoğlu daha ilk andan itibaren üslubunu ortaya koyuyor. Büyülü bir planla başlayan ve seyircinin sabrını ölçen bir yürüme sahnesinden sonra, koltuğunda oturanları şiirsel bir yolculuğa çıkarıyor. Anne sadece bu sahnede var.
Ama duygu olarak bütün bir filmde. Tıpkı Ömer Kavur'un "Anayurt Oteli"ndeki (Yazar Yusuf Atılgan'ın romanından) kadın karakter gibi. Varla yok arasında görünüyorlar ama bütün bir film onların etkileri üzerine kuruluyor.
Bu kadar başarıyla kotarılanı sadece bizim sinemamızda değil dünyada bile çok az.
Türkiye'nin iki yüzü
'Yumurta' son derece sessiz bir film. Ama sessizliğin sesi muhteşem.
Ya bakışlara odaklanmış olan sahneler? Kişilerin iç dünyalarını nasıl da güzel resmediyor. Kaplanoğlu, film boyunca geçmiş zaman ve gelecek zamanla yakından ilgileniyor. Şair Yusuf, kasabaya dönüşü ile adeta zamanda bir yolculuğa çıkıyor. Geçmişi ile yüzleşiyor. Yusuf, aynı zamanda da hep bir gitme haleti ruhiyesi içerisinde. Yusuf'un bu durumu aynı zamanda gelenek ve modernite arasında sıkışıp kalan Türkiye'yi yansıtıyor.
Semih Kaplanoğlu küçük imalarla, başkaları için son derece önemsiz olabilecek ayrıntılarla 'Yumurta'yı küçük bir başyapıta dönüştürüyor.
Semih Kaplanoğlu, Türk Sineması'nın son yıllardaki en önemli sinemacılardan. 'Meleğin Düşüşü' ile kendisini uluslararası arenada da kanıtlayan yönetmen, 'Yumurta' ile başarısını daha da yukarıya taşıyor. Sinemasal olarak üslubu ve temaları diğer önemli bir sinemacımız olan Nuri B. Ceylan ile at başı gitse de, estetik ve duygu olarak daha çok Reha Erdem ile benzeşiyor. Aslında her birinin ayrı bir sinema dili olduğu için karşılaştırma yapmamak belki de en doğrusu. Sadece şunu ekleyebilirim. Nuri B. Ceylan'ın sinemasında kareler daha çok fotoğraf gibi dururken, 'Yumurta'da bunlar büyüleyici bir duygu ile seyirciye doğru akıyor.
Kaplanoğlu'nun yönetmen olarak çağdaşlarından ziyade Metin Erksan ve Ömer Kavur'un yolundan yürüdüğünü söylemek sanırım yanlış olmaz.
Pastoral Senfoni
'Yumurta'yı bu kadar önemli yapan şeylerin başında da muhteşem bir görsellik yatıyor.
Önce sanat yönetmeni Naz Erayda'yı sonra da görüntü yönetmeni 'Özgür Eken'i tebrik etmek istiyorum. Muhteşem! Doğa planları... Adeta bir pastoral senfoni!
Hele o göl sahnesi... Her şeyi unutup sonsuzluğa uzanıyorsunuz.
Semih Kaplanoğlu, anlaşılan ince eleyip sık dokuyarak ekibini oluşturmuş. Nejat İşler'i tanındığı için değil, iyi oyuncu olduğu için seçtiği her halinden belli. İşler de kariyerindeki en başarılı performansına imza atmış. Bunda yönetmenin katkı payını unutmamak gerekir.
'Yumurta' ile sinemamız yepyeni bir kadın oyuncu da kazandı: Saadet Işıl Aksoy. Son derece doğal bir oyunculuk sergileyen genç oyuncu, kasabadan kurtulmaya çalışan Ayla'yı çok gerçekçi bir şekilde yaşatıyor. Tebrikler!
'Yumurta', bu yılın en önemli sinema olayı diyebilirim. Cannes'da yan bir etkinlik yerine ana yarışmada olmalıydı. Ayrıca yarışanları da geçen haftalarda gördük. 'Yumurta', birinci olan '4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün' ve 'Yaşamın Kıyısında'dan çok daha çarpıcı, çok daha büyüleyici ve estetik düzeyi kat kat yüksek bir film. Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü mezunu olarak okuldaşım Semih Kaplanoğlu ve filmi ile gurur duyuyorum.
|