27/10/2007
Yumurta, Süt, Bal: Zaman üzerine sıkı bir kahvaltı
H.SALİH ZENGİN – Zaman
‘Herkes Kendi Evinde’ ve ‘Meleğin Düşüşü’ filmleriyle adından söz ettiren yönetmen Semih Kaplanoğlu, şimdi de Yumurta, Süt ve Bal isimlerini taşıyan sıkı bir üçlemeyle seyirci karşısına çıkıyor.
Yumurta 9 Kasım’daki izleyici ile buluşma randevusu için gün sayadursun biz Süt filmi için kolları sıvayan Kaplanoğlu’nun İzmir-Tire’deki setine konuk olduk. Sinemanın seyirciyi sürekli hızlandırdığını söyleyen yönetmen, kendi sinemasının seyirciye gerçek zaman duygusunu hissettirmek üzerine kurulduğunu söylüyor.
Yumurta, Süt ve Bal çeşitli yaşlardaki anne-oğul ilişkisini irdeleyen bir üçleme… İlk bakışta insanda güzel bir kır kahvaltısı hissi uyandıran bu üçlemenin anne-oğul ilişkisine değer atfetmesinin nedeni ne? Sizin annenizle ilişkiniz bal kaymak kıvamında mıydı?
Annemle olan ilişkim herkesin olduğu gibi benim için de hep iyi ve vazgeçilmez bir şey. Toplumumuzdaki hızlı değişim ve dönüşüm yeni bir yapılanma gibi görünmekle beraber öte yandan da bir çözülüşü beraberinde getiriyor. Burada anne ve oğul ilişkisi değişmez bir yörüngedir. Üçlemede bu anne-oğul ilişkisini çocukluk, gençlik, ergenlik ve olgunluk dönemlerine yerleştirmek istedim.
Sizi taşranın manyetik etkisine maruz bırakan şey, taşradaki çözülme mi saflık mı?
Ben çatışmanın tam da taşrada olduğunu düşünüyorum. Yeni üretim biçimleri, AB normları, çiftçilerin ya da tarımla uğraşan küçük işletmecilerin giderek işçiye dönüşmeleri, göçler, gençlerin başka şehirlere gitmeleri.. Çatışmanın insani boyutta en yoğun olarak taşrada yaşandığını gözlemliyorum. Her filmde de taşranın farklı bir yönüne bakmak istedim. Mesela ‘Süt’ filminde peynir yapıp satmaya çalışan küçük bir pazarcı ailesi var. İşte o pazar duygusu, alış-veriş, geleneksel üretme biçimlerinin karşılığının giderek kaybolması, güneşin ve doğanın ritmine uygun yaşama biçiminin ortadan kalkıyor olması… Bütün bunlar ortadan kalkarken yerine gelen şeyin ruhlarına çok değmiyor olması... Bu başıboşluğun ya da nihilizmin giderek etrafı sarıyor olması…
Taşra böyleyse şehir bitmiş midir?
Şehir o kadar ‘bir örnek’ hale getiriyor ki, herkesi ister istemez belli bir bitmişliğe ve çelişkiye sürüklüyor. Şehirdeki değişim daha mikro ama taşradaki çelişki makro boyutta görünüyor gözüme.
Peki sinematografik bakış açısıyla Semih Kaplanoğlu taşrada ne arıyordu? Ne buldu?
Oturup bir film ya da senaryo proje geliştirmeye başladığınız zaman, aslında siz var olan bir şeyin yerine başka bir şeyi koymaya çalışıyorsunuz. Ben senaryoda yazmayan şeyleri çekmeye başladığım zaman filmin gerçekten ortaya çıkmaya başladığını görüyorum. Çünkü oraya hayat nüfuz etmeye başlamıştır. Başka insanlar, başka olaylar, başka mekânlar girmeye başlamıştır. Senaryo ve öykü anlatan, öyküyü anlatmaya çalışan bir yönetmen değilim. Daha çok insan ruhuna dönük şeyler yapmaya çalışıyorum ve bunu da öyküler yerine atmosferle, ışıkla, duygularla anlatmaya çalışıyorum.
Hayatı, hayatın kendi malzemesiyle kayıt imkânı vermesi bakımından önemsiyorsunuz yani?
Evet kesinlikle.
Batılı yönetmenlerin kendi taşralarına bakışıyla Türk sinemacıların kendi taşralarına bakış açısı arasında bariz farklar var mı?
Var tabii. Ancak Amerikalı ya da Avrupalının taşra meselesiyle biz Doğu toplumlarının taşradaki meselesi çok farklı. Oradaki standardizasyonlar, hayat biçimleri, üç aşağı beş yukarı hep benzer ölçeklerde gittiği için oradaki çelişkiler bizimki kadar yoğun olmuyor. Film festivallerine özellikle Doğulu yönetmenlerin çektiği Çin, İran, Hindistan’dan gelmiş filmlerde kendi taşralarını ve dünyalarını yoğun bir şekilde belgelemelerine tanık oldum. Bir dönem kafamda olan ‘bizdeki taşra hayatına nasıl bakabilirim?’ sorusuna kafa yordum. Bizim 70’li, 80’li yıllarda olan bir taşra edebiyatımız var. Aynı zamanda yoğun olarak film de izleyen bir insanım ve etkilere de açığım. Güzel olan şeyi beğeniyorum ve güzel olan şey ben de etki yaratıyor. Mesela Apu üçlemesini yapan Hintli yönetmen Satrajit Ray, Japon yönetmen Ozu, İranlı yönetmenlerden Abbas Kiarostami, Makmelbaf ve Majid Majidi’nin kendi toplumlarına bakış tasavvuru beni açıkçası etkiledi.
Türk sinemasının uluslararası arenada kayda değer bulunmasının yolu bu damar mıdır?
Vallahi olabilir. Bizim kendi özgün sinemamızı ortaya çıkaracak ve var olan eserleri daha da yaygınlaştıracak şey festivallerdir. Bunu Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri başardı. Şimdi Yumurta Fransa’da vizyona giriyor. Bunlar sağlanırsa buradan geri dönüş olmayacak ve talepler gelmeye başlayacak.
Bizim yönetmenlerin taşraya bakışında hep bir klişe yok mu? Bir yönetmen taşraya bakarken hangi donanımlara sahip olmalı?
Klişe var tabii. Ben sinemanın manevi bir iş olduğunu düşünüyorum. Gayb kavramını düşünürseniz, sinema o kavram dolayımında algılanabilir ve anlaşılabilir bir sanat olabilir. Biz her şeye seküler boyutta bakıyoruz. Sanattaki ve sinemadaki derinliği, seküler olanın karşısına koyduğumuz şeyde aramamız gerekir. O yüzden de taşra bana hem bir yandan ikiyüzlü ve çok kaypak ama bir yandan da çok fazla derinlikleri ve kendine özgü değerleri olan bir yer olarak görünüyor. Bunu algılamaya ve kalbimle görmeye, oradaki insanî değerlerin, İlahî değerlerin yanında durmaya ve anlamaya çalışıyorum. Kendi içimizde geriye dönük bir yolculuk yaparsak belki doğmadan önce verdiğimiz sözleri hatırlarız
Sahip olduğunuz kalp gözünüzle yönetmenin gözü hangi film karesinde buluşuyor?
Metaforik anlamda söylersek, görüntüden ya da seslerden geçerek başka kalplere ulaşabilir miyimin derdindeyim. Bu da zaman zaman buluşulan ve buluşulmayan bir durum. Bütün sanatlar gibi sinema da tek başına yapılan bir şey. Çoğu kez ekiple, en yakınımızdaki arkadaşlarla bile aynı şeyi anlatma ve anlama konusunda aynı noktada duramıyoruz. Kaldı ki izleyiciyle çok daha zor.
Baş döndürücü ses ve görüntü efektlerine alışmış seyirci sizin “Bu yumurta haşlanmış” tespitinize, “Hayır bu rafadan olmuş” demesi kuvvetle muhtemel. (Gülüşmeler)
Öyle belki, ama yapacak bir şey yok sonuçta. Filmi yapıp bitirdikten yeni bir şeye geçiyorsunuz artık. Herkesin fıtratının ve kalbinin açık olduğunu düşünerek, üç beş kişiden birisini bir parça etkileyeceğimi hesap ederek hareket ediyorum.
Yumurta’da hiç müzik kullanmayarak vicdanın volümünü mü yükselttiniz?
Tabii ki… Çünkü o kadar çok ses var ki, o sesler içerisinde gerçek seslerimizi duyamaz hale geldik. Çok yapay ve hiç olmayan seslerle yapılan filmlerin sesini kesin geriye hiçbir şey kalmaz.
Sizi gerçek sese iten sinematografik zaman mı?
Evet, sinemanın anaç malzemesinin zaman olduğunu düşünüyorum. Aslında Batılılaşma ile hayatımızda değiştirilen şey zaman kavramıdır. Yani nasıl alfabe ile yaşantı biçimlerimiz değiştiyse... Ahmet Haşim ‘Müslüman Saati’ denemesinde bunu çok net anlatır. Gerçek zamanın boyutundan tamamen koptuk. Kalbimiz başka vücudumuz başka bir zamanda yaşıyor. Sinema da kısa zaman parçalarını kullanarak bizi sürekli bir hızlanmaya doğru itiyor. Normalde 30 saniyede yürüdüğümüz mesafeyi sinemada bir saniyede yürürüz. Bu gerçek bir şey değil yani.
Sinemada zaman içinde zamanı mı arıyorsunuz?
Evet bu denilebilir. Her şeyde, her an küçük değişikliklere gidiyorum. Mesela oyuncu hiç beklemediğiniz anda bir küçük hareket yapıyor. Ya da yağmur yağıyor, doğa değişiyor, bir ses giriyor. Bunların asla tesadüfi olmadığını düşünüyorum.
Filmler de asla planlandığı zamanda bitmiyor?
(Gülüşmeler) Bitmiyor evet. Bazı şeyleri tekrar tekrar çekmemiz gerekiyor. Ekip bana hep “Ya neyi beğenmedin çekmiştik ne oldu falan…” diye soruyor. Sinemada bir çerçevemiz var ya! Ben bunun içinden çok dışıyla ilgileniyorum. O yüzden oyuncuların bakış yönleri hep dışarı doğrudur.
Oyuncuyu doğal haline mi bırakıyorsunuz?
Asla serbest bırakmıyorum. Önceden milim milim belirlenmiş, provaları yapılmış bir kurgunun içinde hareket ediyorlar. Kalıpları, profesyonel klişeleri öncelikle ellerinden almaya çalışıyorum.
Yumurta filmindeki Ayla ile kız arkadaşının konuşma sahnesi biraz yapmacık değil mi?
Haklısınız. O kız gerçek bir kişilikti, oyuncu değildi. Orada öyle bir zaaf oldu.
Peki Ege’de büyüyen Ayla karakterinin düzgün bir Türkçe ile konuşması tuhaf değil mi?
Ben şiveli bir sinema yapmayı sevmiyorum. Çünkü onun bir tür espri ya da otantik bir şey haline gelmesi hoşuma gitmiyor. Yani Ayla gerçekten oralı bir kız olsaydı itirazım olmazdı. Ama bir oyuncuyu kendi konuşmadığı bir şiveyle konuşturmaya çalışmayı doğru bulmuyorum.
Yusuf’u İstanbul’a gitmekten alıkoyan Kangal köpeği imgesi, onun yönlendirme ve yönetmedeki başarısı nedeniyle mi seçildi?
Bu birçok türlü okunabilir. Kozmik olanın devreye girişi ve onu orada tutuşu olarak da görebilirsiniz bunu. Aslında bu çok basit bir şey. Çünkü bu sahneyi gerçekten yaşadım ben. (Gülüşmeler)
Nasıl yani?
15-20 yıl önce Kapadokya’da bir akşam vakti dağda kalmıştım. Karşıdaki çadırların yanına giderken araya bir sürü girdi ve bir Kangal köpeği aynen filmde olduğu gibi beni durdurdu ve sabaha kadar bırakmadı. (Gülüyor) Ne zaman kıpırdasam harekete geçiyor, gitmeme izin vermiyordu.
Filmde “Ankara’da iken her yer özlenir” diyor Yusuf. Ankara’yla ne alıp veremediğiniz var?
(Gülüşmeler) Ankara bana hep sıkıntı ve keder veren, bir türlü sevemediğim bir yer. Ankara denince ilkokulu ve karın ağrımı hatırlıyorum. O yüzden ister istemez böyle bir gönderme oldu.
‘Süt’ ve ‘Bal’sız ‘Yumurta’nın tadı anlaşılır mı?
Bilemiyorum, ama hepsinin tek tek izlenebilecek filmler olarak düşünüyorum. Birbirlerine nasıl hizmet edecekler bunu ben de merak ediyorum.
Filmlerinizi Nuri Bilge Ceylan’ın filmleriyle özdeşleştirilmesine ne diyorsunuz?
Çok fazla ayrılan yönler var ama bunun da zamanla algılanacağını düşünüyorum. Ancak dünya ölçeğinde tanındığı için arkadan gelen yönetmenleri ona bakarak değerlendiriyorlar.
Peki yumurtayı nasıl seversiniz?
Omlet severim. (Gülüşmeler)
Peynir?
Yok kalsın… (Gülüşmeler) s.zengin@zaman.com.tr
|