10/2007
Bal, yumurta, süt: "Yumurta"
Selahattin Yusuf - Yeni Aktüel
Bal, yumurta, süt: "Yumurta"
Kışkırtıldınız! Sahne ezberiyle, senaryo ezberiyle, dizi ezberiyle, duygu ezberiyle,
şiddet ezberiyle, mizah ezberiyle doldurup metruk bir kuyuya çevirdiğiniz kalplerinizin
tam dibine soktu çomağı Semih Kaplanoğlu ...
Yere bir tohum bıraktınız. Toprağa. Ne yapar? Kök salar önce. Aşağıya, toprağa doğru.
önce derine doğru büyür. Yaprakları sonra açar. Varsa çiçekleri açar sonra. Genişler,
yeşerir, çiçeklenir, yükselir. Semih Kaplanoğlu'nun filmi Yumurta da böyle. Ellerine bakıyoruz:
Bir şey var. Yuvarlanıyor yavaş yavaş ve toprağa düşüyor. Yeşermesi için o kadar uzun
bir zamana ihtiyaç var ki. Ama önemli mi zamanın uzunluğu? Bir şey kanınıza karışıverdiğinde, zamanın uzunluğu artık uzamın da uzunluğu değil midir? Şiir, niçin en kısa olanıdır da; içimizde en uzun yaşayanıdır?
Görüyoruz, yere bir tohum bırakılıyor. Ve köklerin biyolojik, muhkem yavaşlığı, hızlı bir aşkın
aksine, nasıl da hızla sarıp sarmalıyor bizi. Bütün yavaşlığıyla ve nasıl da şiddetli bir
kaçınılmazlıkla ilerliyor içimizin derinliklerinde. Ben o gece Alkazar Sineması'ndan çıkan
kalabalığın bütün o kolektif homurtusunu, haddimi aşmayı göze alarak, kendilerine şöyle
tercüme edebilirim: Kışkırtıldınız! Bunu fark edemediniz. En derin noktasından bulandı içiniz.
Sahne ezberiyle, senaryo ezberiyle, dizi ezberiyle, duygu ezberiyle, şiddet ezberiyle, mizah
ezberiyle doldurup metruk bir kuyuya çevirdiğiniz kalplerinizin tam dibine soktu çomağı
Semih Kaplanoğlu. Mideniz bulandı.
Sorun bu.
Sadece aşağıya doğru büyüyüp kalan şeyi, yumruyu verdi size. Ellerinizdeki çamurlu
şeye bakarken apışıp kalmanız bundan. Yeşilliği olmayan, henüz toprağın üstüne
çıkmamış şeyi, topraklı bir gövde, patlayıp yer üstüne çıktığında yemyeşil bir görkeme
dönüşecek olan şeyi, özsuyunu henüz damarlarında taşıyan bir yumruyu verdi size.
Aşkın söylenmemişliğini uzattı zaman sadece; yüzlerce yıldır, bütün iyi sanatçıların ulaştıkları yere bir kez daha ulaşabilelim diye; ona, aşka, yalnızca biraz daha yakından, biraz daha uzun bakabilelim diye.
Her gün, ayakkabılarımızın bağcıklarını bağladıktan sonra görmeye başladığımız şeyi, aslında sadece "bahane" olan "gündelik olayları" bir inşaatın iskeleleri gibi bir anlığına kaldırdı: Onun altındaki şeyi daha yakından, biraz daha yakından ve biraz daha uzun süre seyredebilelim diye. Bahaneyi bahaneleştiren şeyi, onun altındaki şeyi görebilelim diye. Her şeyin altındaki tek şeyi, Aşkı, bir dip müziği olarak çıplak bırakmayı denedi. Gündelik yaşamı kendine bahane seçmiş şeyi, o ezeli şeyi, bir de çıplak gözlerle görebilelim diye. Nefes alıp vermeyi bile gereksiz bir ayrıntı haline getiren o şeyi. Dünyayı ve içindekileri zamanın başlangıcından beri dikine kesmiş olanı, belirlenmemiş; ama belirlemiş olan o büyük, sarsıcı şeyi…
Dylan Thomas'ın "ama gülünü" uzattı bizlere Semih Kaplanoğlu.
Kör olsalar bile sevinçten parıldayabilen, yanan meteorlar gibi parıldayabilen, o ama
gözleri uzattı bizlere.
Gündelik yaşamla zehirlenmiş kanlarımızdaki o şeyi derimizin üstüne çıkardı.
Görme gücünü yitirmiş, zevkin biyolojik vücudunda kaybolmuş gözlerimizi, derilerimizin
altından çıkardı ve yanan birer göktaşı gibi kaşlarımızın altına yerleştirdi.
Çünkü sanat açıklamak değil örtmektir. Gizlemektir. Toprağın altına koymaktır ki
orada çürüsün, canlansın, toprağın sağır kapısını yukarıya doğru itsin.
***
Bilmiyorum. Belki de o büyük Polonyalı'nın nocturnleriyle fazlasıyla zehirlendi bu yazı şimdi,
bu gece. Ama, inanıyorum, Chopin'in parmaklarını eğiten ve piyanosunun tuşlarına böylesine
söz geçirebilme gücünü ona bağışlayan da odur. Semih Kaplanoğlu'nun Tire'de, benim bu
yoksul masanın önünde, Chopin'in de Paris'teki o münzevi odasında anlatmaya çalıştığı o şey: "Yumru".
Toprağın altındaki ve gövdelerimizin içindeki...
|